Ülkemiz kuzeyindeki egemen işgalci,sömürgeci TC ve işbilikçisi yerel alt idare içinde bulundukları ekonomik çıkmazın sonuçlarını emperyalist kapitalist düzenin yaptığı gibi işçi,emekçi ve çalışan sınıfların üzerine yıkarak kurtulmaya çalışıyor.
TC devleti hükümetleri,Kıbrıs'ın kuzeyindeki işbirlikçi yerel alt idareye İMF'nin kendisine dayattığı paketlerin benzerini göndermekte ve uygulaması için gerekli tedbirleri almasını istemektedir.
İŞGALCİ sömürgeci TC devleti hükümetlerinin Kıbrıs'la ilgili (sömürge) bakanı, TC Lefkoşa Büyükelçiliği(Sömürge Valiliği)ve "KKTC Cumhurbaşkanlığı,Başbakanlığı" (Sömürge Yönetimi yerel alt idaresi) her dönem hazırladıkları paketlerin uygulamasında tam bir uyum içerisinde çalışmışlar ve çoğunda başarı da sağlamışlardır.
Başarı sağlayamadıkları konularda ise başarısızlıklarının nedeni uygulamalarından etkilenen işçi, emekçi ve çalışan sınıfların gösterdikleri tepkilere o gün için çeşitli etkenler nedeniyle karşı koyamadıkları,yada karşı koymaktansa zamana yayarak tepkiyi azaltmaya yada tepkinin hedefini şaşırtmaya,yada direk olarak İŞGALCİ SÖMÜRGECİ yüzlerinin ortaya çıkmasını engelleme,bulanıklaştırma, geciktirme ve yoketmeye yönelik olmasındandır.
Ama gelinen noktada İşgalciSömürgeci TC Yönetimi,ağababaları uluslararası emperyalist kapitalistlerden öğrendikleri neo-liberal politikaların başarıyla uygulamalarını ülkemizde de hayata geçirmede, adım adım ilerlemeye de devam etmektedir.
Bu adımları atarken de gelecek tepkileri yerel idare ve TC devletine değil de sadece hükümeti üzerine yönlendirecek psikolojik harekatı, hem sendikal örgütlenmeler içerisinde hem de işbirlikçi parti,örgüt ve kuruluşlar içerisinde somut yararlarını görecek şekilde yürütmüşler ve yürütmeye devam etmektedirler.
Bunun en somut örneğini de işbirlikçi UBP'nin bakanlar kurulunun 30 Kasım 2010 günü aldığı kamuda yeni çalışma saatleriyle ilgili karar ve bu karara yönelik SENDİKAL PLATFORM içerisindeki bazı sendikaların gösterdikleri tepkinin içeriğinde görebiliriz.
Kararı alan ve uyglayacak olan yerel alt idarenin başı ve UBP başkanı İRSEN KÜÇÜK kurulratay çalışmaları sırasında da TC Sömürge Bakanı Cemil Çiçek'e ve onunla birlikte TC devletine,Lefkoşa büyükelçiliğine yönelik tepkileri tam bir işbirlikçi tavrıyla kınamış ve şükranlarını açıklamış ve açıklamaya devam etmektedir.
Yerel alt idarenin bakanlar kurulunun aldığı karar kamuda çalışanların kazanılmış haklarını TC'den gelen paketteki emirlere uygun olarak ortadan kaldıran ve geriye götüren uygulamalar olmasına rağmen, sarı sendikalardan biri olan Kamu-SEN ( Kıbrıs Türk Kamu Görevlileri Sendikası) Sendikal Platformun bu karara karşı" TC'yi İŞGALCİ devlet" konumunda göstermeyecek her eyleme taraf oldukları duyurusunu yapmaktadır.
Kamu çalışanlarının çalışma saatleriyle ilgili son alınan karar üzerine sendikaların ortaya koydukları tepkilerde yapılan bu saldırının;
*TC SÖMÜRGE İDARESİNİN ve yerli işbirlikçisi yerel alt idarenin, kısaca sömürgeci ve yerli burjuvazinin birlikte saldırısı olduğu,
*Bu saldırının uluslararası emperyalist kapitalist sistemin dünyadaki işçi,emekçi ve çalışanlara saldırısının ülkemizdeki uzantısı olduğu ve sadece kamu çalışanlarına yönelik değil tüm özel sektörde çalışan statüsü ne olursa olsun işçi,emekçilerin tüm haklarını daha da geriye götürecek uygulamalardan biri olduğu;
*Bu saldırının özü sadece ekonomik,demokratik,sosyal,kültürel boyutu ile değil siyasal boyutu ile birlikte değerlendirilmezse,
Gösterilecek tepkinin boyutu dar kapsamlı,yetersiz, kamuda yada özelde çalışanların birlikte mücadele etmelerinin önüne yeni enegellerin konmasına ve düzeniçi bir mücadele ile sınırlı kalmasına ve yeni saldırıların önünün daha daha da açılmasına yolaçar.
Gün emeği ile geçinen memur,işçi,emekçi tüm çalışanların birlikte mücedeleyi örgütleme günüdür.
Gün İŞGALCİ SÖMÜRGECİ TC DEVLETİ ve onun yerli İŞBİRLİKÇİLERİNİN SALDIRILARINA karşı örgütlü mücadeleyi yükseltmenin günüdür.
30 Kasım 2010 Salı
28 Kasım 2010 Pazar
Marksizm ve ayaklanma- LENİN
Marksizm ve ayaklanma, lenin
Ayaklanmaya hazırlanmanın ve genel olarak, ayaklanmayı bir sanat olarak görme biçiminin "blankicilik" olduğunu ileri süren oportünist yalan, Marksizmin çarpıtılmaları arasında, en kötü niyetlerden ve egemen "sosyalist" partiler tarafından belki de en çok yayılmış bulunanlardan biridir.
Oportünizmin büyük ustası, Bernstein, Marksizme karşı blankicilik suçlamasını ileri sürerek, acıklı bir ün kazanmıştı, ve gerçekte, bugünün oportünistleri, blankicilik diye haykırdıkları zaman, Bernstein'ın yoksul "fikir" lerini ne azıcık yenileştiriyor, ne de onları en küçük bir şey ile "zenginleştiriyorlar".
Marksistleri, ayaklanmayı bir sanat olarak gördükleri için, blankicilik olarak suçlamak! Ayaklanmanın bir sanat olduğunu açıklayarak, onu bir sanat olarak ele almak gerektiğini, ilk başarıları kazanmak ve kargaşalık içine düşmesinden yararlanarak, düşmana karşı yürüyüşü aksatmaksızın, başarıdan başarıya ilerlemek gerektiğini, vb., vb. söyleyerek bu konudaki fikrini en belgin, en açık ve en kesin bir biçimde açıklayanın Marks'ın ta kendisi olduğunu hiç bir Marksist yadsıyamayacağına göre, gerçeğin bundan daha apaçık bir çarpıtılması olamaz.
Başarmak için, ayaklanma bir komploya değil, bir partiye değil, ama öncü sınıfına dayanmalıdır. İşte birinci nokta. Ayaklanma halkın devrimci atılımına dayanmalıdır. İşte ikinci nokta. Ayaklanma, yükselen devrim tarihinin, halk öncüsünün etkinliğinin en güçlü olduğu, düşman saflarında ve devrimin güçsüz, kararsız, çelişki dolu dostlarınınsaflarında duraksamaların en güçlü oldukları bir dönüm noktasında patlak vermelidir; İşte üçüncü nokta. Ayaklanma sorununu koyma biçiminde, Marksizminblankicilikten ayrılması sonucunu veren üç koşul, işte bunlardır.
Ama, bu koşullar yerine geldikten sonra, ayaklanmayı bir sanat olarak görmeyi kabul etmemek, Marksizme ihanet etmektir, devrime ihanet etmektir.
Ayaklanmanın, olayların nesnel akışı tarafından gündeme konmuş bulunduğunu partinin tam da şu anda zorunlulukla kabul etmesi gerektiğini, ayaklanmayı bir sanat olarak ele alması gerektiğini tanıtlamak için, belki en iyisi karşılaştırma yöntemini kullanmak ve 3 ve 4 Temmuz günleri ile Eylül günlerini karşılaştırmak olacaktır.
3 ve 4 Temmuz günleri, gerçeğe aykırı davranmaksızın, sorun şöyle konabiliyordu: İktidarı almak daha yeğdir, yoksa düşmanlarımız bizi her durumda başkaldırma ile suçlayacak ve bize fesatçıymışız gibi davranacaklardır. Ama bundan, iktidarı o zaman almanın yararlı olduğu sonucu çıkarılamıyordu, çünkü ayaklanmanın zaferi için nesnel koşullar gerçekleşmemişti.
1) Devrimin öncüsü olan sınıf henüz arkamızda değildi.
Her iki başkent işçileri ve askerleri arasında henüz çoğunluğa sahip değildik. Bugün, her iki sovyette de bu çoğunluğa sahip bulunuyoruz. Bu çoğunluk yalnızca Temmuz ve Ağustos ayları olayları tarafından, bolşeviklere karşı "bastırma"lar deneyimi tarafından ve Kornilov ayaklanması deneyimi tarafından yaratılmıştır.
2) Devrimci coşku henüz büyük halk yığınını kazanmamıştı. Bugün, Kornilov ayaklanmasından sonra, kazanmış bulunuyor. Taşradaki olaylar ve iktidarın birçok yerde sovyetler tarafından alınması, işte bunu tanıtlar.
3) Düşmanlarımız arasında ve kararsız küçük-burjuvazi arasında, o zaman ciddi bir siyasal genişlikteki duraksamalar yoktu. Bugün, bu duraksamalar büyük bir genişlik kazandı: baş düşmanımız, müttefik emperyalizm, dünya emperyalizmi -çünkü "Müttefikler", dünya emperyalizminin başında bulunuyorlar- zafere değin savaş ile Rusya'ya karşı ayrı barış arasında kararsızlık gösterdi. Halk içinde çoğunluğu açıkça yitirmiş bulunan küçük-burjuva demokratlarımız, kadetler ile blok kurmayı, yani birleşmeyi kabul etmedikleri zaman, derin duraksamalar içine düştüler.
4) Bu nedenle, 3 ve 4 Temmuz günleri, ayaklanma bir yanlışlık olurdu: iktidarı ne maddeten ne de siyasal olarak koruyabilecektik. Her ne kadar Petrograd zaman zaman bizim elimizde olsa da, (iktidarı-ç.) maddeten (koruyamazdık-ç.), çünkü işçilerimiz ve askerlerimiz Petrograd'ı elde tutmak için dövüşmeyi, ölmeyi o zaman kabul etmezlerdi: aynı zamanda hem Kerenski'lere ve hem de Çereteli'ler ve Çernov'lara karşı bu 'kızgınlık", bu yatışmaz kin o zaman yoktu; bolşeviklere karşı, sosyalist-devrimcilerin ve menşeviklerin de katıldıkları kıyımların deneyimi ile insanlarımız henüz yoğrulmamışlardı.
Siyasal olarak 3 ve 4 temmuz günleri iktidarı koruyamayacaktık, çünkü, Kornilov serüveninden önce, ordu ve taşra, Petrograd'a karşı yürüyebilirdi ve yürüyecekti.
Bugün durum bambaşkadır.
Devrimin öncüsü, yığınları sürüklemeye yetenekli, halkın öncüsü olan sınıfın çoğunluğu bizden yana.
Halkın çoğunluğu bizden yana, çünkü Çernov'un hükümetten ayrılışı, köylülüğün sosyalist-devrimci bloktan (ne de sosyalist-devrimcilerin kendinden) toprakalmayacağının, her ne kadar tek belirtisi olmaktan uzaksa da, gene de en gözle görülür ve en somut belirtisidir. Başlıca nokta, devrime kendi ulusal niteliğini veren nokta da, işte budur.
Tüm emperyalizm ve tüm menşevikler ve sosyalist-devrimciler blokunun görülmemişduraksamaları karşısında, partinin kendi yolunu çok iyi bildiği bir durumun üstünlüğü bizden yana.
Kesin bir zafer bizden yana, çünkü halk artık umutsuzluğun kıyısındadır, ve biz, "Kornilov günleri sırasındaki" yönetimimizin önemini göstererek, sonra da "blokçular"a bir uzlaşma önererek ve onlardan kendi duraksamalarına bir son vermekten uzak bir red yanıtı alarak, tüm halka aydınlık bir persfektif sunuyoruz.
Uzlaşma önerimizin henüz reddedilmemiş olduğuna, Demokratik Konferansın henüz onu kabul edebileceğine inanmak, en büyük yanlışlık olurdu. Uzlaşma, bir partitarafından partilere önerilmişti: bu iş başka türlü de olamazdı. Partiler bu uzlaşma önerisini kabul etmediler. Demokratik Konferans, yalnızca bir konferanstır, başka hiç bir şey değil. Unutulmaması gereken şey, onun devrimci halk çoğunluğunu, yoksullaşmış ve kızdırılmış köylülüğü temsil etmediğidir. Bu bir halk azınlığı konferansıdır bu apaçık gerçeği unutmamak gerek. Demokratik Konferansa bir parlamento gibi davranmak, bizim bakımımızdan en büyük yanlışlık, en kötü parlamenter alıklık olurdu, çünkü o eğer kendini parlamento ve devrimin egemen parlamentosu olarak da ilan etse, her şeye karşın hiç bir şeyi kararlaştıramayacaktır: Karar ona değil, Petrograd ve Moskova işçi mahallelerine bağlıdır.
Başarı ile taçlanmış bir ayaklanmanın bütün nesnel koşulları biraraya gelmiş bulunuyor. Halkı çileden çıkaran ve gerçek bir işkence oluşturan duraksamalara, yalnız bizim ayaklanmadaki zaferimizin son vereceği; yalnız bizim ayaklanmadaki zaferimizin toprağı köylülüğe hemen vereceği; devrime karşı ayrı barış manevralarını, yalnız bizim ayaklanmadaki zaferimizin başarısızlığa uğratacağı, bu manevraları, daha tam, daha adil ve daha yakın bir barış, devrime elverişli bir barış açık önerisi ile başarısızlığa uğratacağı bir durumun olağanüstü üstünlüğü bizden yana.
Ensonu yalnız bizim partimiz, ayaklanmada zafer kazandıktan sonra, Petrograd'ı kurtarabilir, çünkü, eğer bizim barış önerimiz kabul edilmez ve bir silah bırakışması bile sağlayamazsak, o zaman "aşırıcılığın" asıl yandaşları biz olacağız, savaş partilerinin başında biz olacağız, en iyi "savaş" partisi biz olacağız ve savaşı gerçekten devrimci bir biçimde yürüteceğiz. Kapitalistlerin bütün ekmeklerini ve bütün çizmelerini ellerinden alacağız. Onlara ekmek kırıntılarını bırakacak, onlara çarık giydireceğiz. Bütün ekmek ve bütün kunduraları cepheye vereceğiz.
O zaman Petrograd'ı başarıyla savunacağız.
Gerçekten devrimci bir savaş için, maddi olduğu kadar manevi kaynaklar da, Rusya'da hala çoktur; Almanların bizimle hiç olmazsa bir silah bırakışması yapmaları için yüzde-doksandokuz şans vardır. Ve bugün bir silah bırakışması sağlamak, tüm dünyayı yenmektir.
Devrimi kurtarmak ve Rusya'yı her iki koalisyon emperyalistlerinin de istedikleri "ayrı" paylaşımdan kurturmak için, Petrograd ve Moskova işçilerinin ayaklanmasının kesinlikle zorunlu olduğunun bilincine varmış bulunan bizler, ilkin, siyasal taktiğimizi, Konferansta, yükselen devrim koşullarına uyarlamalıyız; sonra da, Marks'ın ayaklanmayı bir sanat olarak görmenin zorunluluğu üzerindeki düşüncesini yalnızca sözde kabul etmediğimizi tanıtlamalıyız.
Sayı ile etkilenmeksizin, kararsızları kararsızlar kampında bırakmaktan korkmaksızın, Konferansa katılan bolşevik kanada gecikmeden yeni bir birlik vermeliyiz: Kararsızlar devrim davasına orada (kararsızlar kampında-ç.) gözüpek ve özverili savaşçılar kampında olduğundan daha yararlı olacaklardır.
Uzun söylevlerin yetersizliğini, genel olarak "söylev"lerin yersizliğini, devrimin kurtuluşu için ivedi bir eylem zorunluluğunu, burjuvaziden tam bir kopma, bütün bugünkü hükümet üyelerinin görevden alınma, Rusya' nın "ayrı" bir paylaşımını hazırlayan İngiliz-Fransız emperyalistlerinden tam bir kopma kesin zorunluluğunu, bütün iktidarı hemen devrimci proletarya tarafından yönetilen devrimci demokrasinin eline geçirme zorunluluğunu en kesin bir biçimde belirten kısa bir bolşevikler bildirgesi yazmalıyız.
Bildirgemiz, program tasarımız ile bağlılık içinde, şu vargıyı en kısa ve en açık biçimde formüllendirmelidir: Halklara barış, köylülere toprak, yüzkızartıcı kazançlara el koyma ve üretimin kapitalistler tarafından edepsizce baltalanmasına karşı bastırma.
Bildirgemiz ne denli kısa, ne denli kesin olursa, o denli iyi olacaktır. Yalnızca bu bildirgede çok önemli iki noktayı daha vurgulamak gerekir: Halk kararsızlıklar yüzünden çileden çıkmıştır, halk sosyalist-devrimciler ile menşeviklerin kararsızlığı yüzünden rahatsızdır; biz bu partilerden kesinlikle kopuyoruz, çünkü onlar devrime ihanet etmişlerdir.
Başka bir şey daha: Hemen ilhaksız bir barış önererek, müttefik emperyalistlerden ve tüm emperyalistlerden hemen koparak, hemen ya bir silah bırakışması, ya da bütün devrimci proletaryanın savunmaya katılmasını, ve devrimci demokrasi tarafından, devrimci demokrasinin yönetimi altında, gerçekten adil, gerçekten devrimci bir savaşın sürdürülmesini elde edeceğiz.
Bu bildirgeyi okuduktan sonra, sözler değil kararlar, yazılı kararlar değil eylemler istedikten sonra, bütün kanadımızı fabrikalara ve kışlalara göndermeliyiz: onun yeri oralardadır, devrimin dirimsel gücü oralardadır, devrimin kurtuluşu oralardan gelecektir, Demokratik Konferansın itici gücü oralardır.
Ateşli, heyecanlı söylevlerimizde, programımızı oralarda açıklamlı ve sorunu şöyle koymalıyız: Ya bu programın Konferans tarafından eksiksiz kabulü, ya da ayaklanma. Orta yol yoktur. Beklemek olanaksızdır. Devrim mahvolur.
Sorun böylece konduktan sonra, tüm kanadımız fabrikalar ve kışlalarda toplanmış bulunduğundan, ayaklanmanın başlaması gereken zamanı kararlaştırabilecek birdurumda olacağız.
Ve ayaklanmayı Marksistler olarak, yani bir sanat olarak görmek için, aynı zamanda, bir dakika yitirmeksizin, ayaklanma müfrezeleri kurmayanı örgütlemeli, güçlerimizi yerli yerine dağıtmalı, güvenilir alayları en önemli noktalara göndermeli, Aleksandra Tiyatrosunu kuşatmalı, Piyer ve Pol kalesini kuşatmalı, genelkurmayı ve hükümeti tutuklamalı, harpokulu öğrencilerine ve "vahşi tümen"e karşı, düşmanı kentin dirimsel merkezlerine sokmaktansa, ölmeye hazır müfrezeleri göndermeliyiz; silahlı işçileri seferber etmeli, onları son ve amansız bir savaşıma çağırmalı, telgraf ve telefonu aynı zamanda işgal etmeli, bizim ayaklanma kurmayımızı Telefon Merkezine yerleştirmeli, onu bütün fabrikalara, bütün alaylara, bütün silahlı savaşım merkezlerine, vb. telefonla bağlamalıyız.
Bütün bunlar, kuşkusuz, yalnızca yaklaşık, ve yalnızca, yaşadığımız anda, eğer ayaklanma bir sanat olarak görülmezse, Marksizme bağlı kalınamayacağı, devrime bağlı kalınamayacağı olgusunu aydınlatmaya yönelik şeylerdir.
LENİN
13-14 (26-27) Eylül 1917
Oportünizmin büyük ustası, Bernstein, Marksizme karşı blankicilik suçlamasını ileri sürerek, acıklı bir ün kazanmıştı, ve gerçekte, bugünün oportünistleri, blankicilik diye haykırdıkları zaman, Bernstein'ın yoksul "fikir" lerini ne azıcık yenileştiriyor, ne de onları en küçük bir şey ile "zenginleştiriyorlar".
Marksistleri, ayaklanmayı bir sanat olarak gördükleri için, blankicilik olarak suçlamak! Ayaklanmanın bir sanat olduğunu açıklayarak, onu bir sanat olarak ele almak gerektiğini, ilk başarıları kazanmak ve kargaşalık içine düşmesinden yararlanarak, düşmana karşı yürüyüşü aksatmaksızın, başarıdan başarıya ilerlemek gerektiğini, vb., vb. söyleyerek bu konudaki fikrini en belgin, en açık ve en kesin bir biçimde açıklayanın Marks'ın ta kendisi olduğunu hiç bir Marksist yadsıyamayacağına göre, gerçeğin bundan daha apaçık bir çarpıtılması olamaz.
Başarmak için, ayaklanma bir komploya değil, bir partiye değil, ama öncü sınıfına dayanmalıdır. İşte birinci nokta. Ayaklanma halkın devrimci atılımına dayanmalıdır. İşte ikinci nokta. Ayaklanma, yükselen devrim tarihinin, halk öncüsünün etkinliğinin en güçlü olduğu, düşman saflarında ve devrimin güçsüz, kararsız, çelişki dolu dostlarınınsaflarında duraksamaların en güçlü oldukları bir dönüm noktasında patlak vermelidir; İşte üçüncü nokta. Ayaklanma sorununu koyma biçiminde, Marksizminblankicilikten ayrılması sonucunu veren üç koşul, işte bunlardır.
Ama, bu koşullar yerine geldikten sonra, ayaklanmayı bir sanat olarak görmeyi kabul etmemek, Marksizme ihanet etmektir, devrime ihanet etmektir.
Ayaklanmanın, olayların nesnel akışı tarafından gündeme konmuş bulunduğunu partinin tam da şu anda zorunlulukla kabul etmesi gerektiğini, ayaklanmayı bir sanat olarak ele alması gerektiğini tanıtlamak için, belki en iyisi karşılaştırma yöntemini kullanmak ve 3 ve 4 Temmuz günleri ile Eylül günlerini karşılaştırmak olacaktır.
3 ve 4 Temmuz günleri, gerçeğe aykırı davranmaksızın, sorun şöyle konabiliyordu: İktidarı almak daha yeğdir, yoksa düşmanlarımız bizi her durumda başkaldırma ile suçlayacak ve bize fesatçıymışız gibi davranacaklardır. Ama bundan, iktidarı o zaman almanın yararlı olduğu sonucu çıkarılamıyordu, çünkü ayaklanmanın zaferi için nesnel koşullar gerçekleşmemişti.
1) Devrimin öncüsü olan sınıf henüz arkamızda değildi.
Her iki başkent işçileri ve askerleri arasında henüz çoğunluğa sahip değildik. Bugün, her iki sovyette de bu çoğunluğa sahip bulunuyoruz. Bu çoğunluk yalnızca Temmuz ve Ağustos ayları olayları tarafından, bolşeviklere karşı "bastırma"lar deneyimi tarafından ve Kornilov ayaklanması deneyimi tarafından yaratılmıştır.
2) Devrimci coşku henüz büyük halk yığınını kazanmamıştı. Bugün, Kornilov ayaklanmasından sonra, kazanmış bulunuyor. Taşradaki olaylar ve iktidarın birçok yerde sovyetler tarafından alınması, işte bunu tanıtlar.
3) Düşmanlarımız arasında ve kararsız küçük-burjuvazi arasında, o zaman ciddi bir siyasal genişlikteki duraksamalar yoktu. Bugün, bu duraksamalar büyük bir genişlik kazandı: baş düşmanımız, müttefik emperyalizm, dünya emperyalizmi -çünkü "Müttefikler", dünya emperyalizminin başında bulunuyorlar- zafere değin savaş ile Rusya'ya karşı ayrı barış arasında kararsızlık gösterdi. Halk içinde çoğunluğu açıkça yitirmiş bulunan küçük-burjuva demokratlarımız, kadetler ile blok kurmayı, yani birleşmeyi kabul etmedikleri zaman, derin duraksamalar içine düştüler.
4) Bu nedenle, 3 ve 4 Temmuz günleri, ayaklanma bir yanlışlık olurdu: iktidarı ne maddeten ne de siyasal olarak koruyabilecektik. Her ne kadar Petrograd zaman zaman bizim elimizde olsa da, (iktidarı-ç.) maddeten (koruyamazdık-ç.), çünkü işçilerimiz ve askerlerimiz Petrograd'ı elde tutmak için dövüşmeyi, ölmeyi o zaman kabul etmezlerdi: aynı zamanda hem Kerenski'lere ve hem de Çereteli'ler ve Çernov'lara karşı bu 'kızgınlık", bu yatışmaz kin o zaman yoktu; bolşeviklere karşı, sosyalist-devrimcilerin ve menşeviklerin de katıldıkları kıyımların deneyimi ile insanlarımız henüz yoğrulmamışlardı.
Siyasal olarak 3 ve 4 temmuz günleri iktidarı koruyamayacaktık, çünkü, Kornilov serüveninden önce, ordu ve taşra, Petrograd'a karşı yürüyebilirdi ve yürüyecekti.
Bugün durum bambaşkadır.
Devrimin öncüsü, yığınları sürüklemeye yetenekli, halkın öncüsü olan sınıfın çoğunluğu bizden yana.
Halkın çoğunluğu bizden yana, çünkü Çernov'un hükümetten ayrılışı, köylülüğün sosyalist-devrimci bloktan (ne de sosyalist-devrimcilerin kendinden) toprakalmayacağının, her ne kadar tek belirtisi olmaktan uzaksa da, gene de en gözle görülür ve en somut belirtisidir. Başlıca nokta, devrime kendi ulusal niteliğini veren nokta da, işte budur.
Tüm emperyalizm ve tüm menşevikler ve sosyalist-devrimciler blokunun görülmemişduraksamaları karşısında, partinin kendi yolunu çok iyi bildiği bir durumun üstünlüğü bizden yana.
Kesin bir zafer bizden yana, çünkü halk artık umutsuzluğun kıyısındadır, ve biz, "Kornilov günleri sırasındaki" yönetimimizin önemini göstererek, sonra da "blokçular"a bir uzlaşma önererek ve onlardan kendi duraksamalarına bir son vermekten uzak bir red yanıtı alarak, tüm halka aydınlık bir persfektif sunuyoruz.
Uzlaşma önerimizin henüz reddedilmemiş olduğuna, Demokratik Konferansın henüz onu kabul edebileceğine inanmak, en büyük yanlışlık olurdu. Uzlaşma, bir partitarafından partilere önerilmişti: bu iş başka türlü de olamazdı. Partiler bu uzlaşma önerisini kabul etmediler. Demokratik Konferans, yalnızca bir konferanstır, başka hiç bir şey değil. Unutulmaması gereken şey, onun devrimci halk çoğunluğunu, yoksullaşmış ve kızdırılmış köylülüğü temsil etmediğidir. Bu bir halk azınlığı konferansıdır bu apaçık gerçeği unutmamak gerek. Demokratik Konferansa bir parlamento gibi davranmak, bizim bakımımızdan en büyük yanlışlık, en kötü parlamenter alıklık olurdu, çünkü o eğer kendini parlamento ve devrimin egemen parlamentosu olarak da ilan etse, her şeye karşın hiç bir şeyi kararlaştıramayacaktır: Karar ona değil, Petrograd ve Moskova işçi mahallelerine bağlıdır.
Başarı ile taçlanmış bir ayaklanmanın bütün nesnel koşulları biraraya gelmiş bulunuyor. Halkı çileden çıkaran ve gerçek bir işkence oluşturan duraksamalara, yalnız bizim ayaklanmadaki zaferimizin son vereceği; yalnız bizim ayaklanmadaki zaferimizin toprağı köylülüğe hemen vereceği; devrime karşı ayrı barış manevralarını, yalnız bizim ayaklanmadaki zaferimizin başarısızlığa uğratacağı, bu manevraları, daha tam, daha adil ve daha yakın bir barış, devrime elverişli bir barış açık önerisi ile başarısızlığa uğratacağı bir durumun olağanüstü üstünlüğü bizden yana.
Ensonu yalnız bizim partimiz, ayaklanmada zafer kazandıktan sonra, Petrograd'ı kurtarabilir, çünkü, eğer bizim barış önerimiz kabul edilmez ve bir silah bırakışması bile sağlayamazsak, o zaman "aşırıcılığın" asıl yandaşları biz olacağız, savaş partilerinin başında biz olacağız, en iyi "savaş" partisi biz olacağız ve savaşı gerçekten devrimci bir biçimde yürüteceğiz. Kapitalistlerin bütün ekmeklerini ve bütün çizmelerini ellerinden alacağız. Onlara ekmek kırıntılarını bırakacak, onlara çarık giydireceğiz. Bütün ekmek ve bütün kunduraları cepheye vereceğiz.
O zaman Petrograd'ı başarıyla savunacağız.
Gerçekten devrimci bir savaş için, maddi olduğu kadar manevi kaynaklar da, Rusya'da hala çoktur; Almanların bizimle hiç olmazsa bir silah bırakışması yapmaları için yüzde-doksandokuz şans vardır. Ve bugün bir silah bırakışması sağlamak, tüm dünyayı yenmektir.
Devrimi kurtarmak ve Rusya'yı her iki koalisyon emperyalistlerinin de istedikleri "ayrı" paylaşımdan kurturmak için, Petrograd ve Moskova işçilerinin ayaklanmasının kesinlikle zorunlu olduğunun bilincine varmış bulunan bizler, ilkin, siyasal taktiğimizi, Konferansta, yükselen devrim koşullarına uyarlamalıyız; sonra da, Marks'ın ayaklanmayı bir sanat olarak görmenin zorunluluğu üzerindeki düşüncesini yalnızca sözde kabul etmediğimizi tanıtlamalıyız.
Sayı ile etkilenmeksizin, kararsızları kararsızlar kampında bırakmaktan korkmaksızın, Konferansa katılan bolşevik kanada gecikmeden yeni bir birlik vermeliyiz: Kararsızlar devrim davasına orada (kararsızlar kampında-ç.) gözüpek ve özverili savaşçılar kampında olduğundan daha yararlı olacaklardır.
Uzun söylevlerin yetersizliğini, genel olarak "söylev"lerin yersizliğini, devrimin kurtuluşu için ivedi bir eylem zorunluluğunu, burjuvaziden tam bir kopma, bütün bugünkü hükümet üyelerinin görevden alınma, Rusya' nın "ayrı" bir paylaşımını hazırlayan İngiliz-Fransız emperyalistlerinden tam bir kopma kesin zorunluluğunu, bütün iktidarı hemen devrimci proletarya tarafından yönetilen devrimci demokrasinin eline geçirme zorunluluğunu en kesin bir biçimde belirten kısa bir bolşevikler bildirgesi yazmalıyız.
Bildirgemiz, program tasarımız ile bağlılık içinde, şu vargıyı en kısa ve en açık biçimde formüllendirmelidir: Halklara barış, köylülere toprak, yüzkızartıcı kazançlara el koyma ve üretimin kapitalistler tarafından edepsizce baltalanmasına karşı bastırma.
Bildirgemiz ne denli kısa, ne denli kesin olursa, o denli iyi olacaktır. Yalnızca bu bildirgede çok önemli iki noktayı daha vurgulamak gerekir: Halk kararsızlıklar yüzünden çileden çıkmıştır, halk sosyalist-devrimciler ile menşeviklerin kararsızlığı yüzünden rahatsızdır; biz bu partilerden kesinlikle kopuyoruz, çünkü onlar devrime ihanet etmişlerdir.
Başka bir şey daha: Hemen ilhaksız bir barış önererek, müttefik emperyalistlerden ve tüm emperyalistlerden hemen koparak, hemen ya bir silah bırakışması, ya da bütün devrimci proletaryanın savunmaya katılmasını, ve devrimci demokrasi tarafından, devrimci demokrasinin yönetimi altında, gerçekten adil, gerçekten devrimci bir savaşın sürdürülmesini elde edeceğiz.
Bu bildirgeyi okuduktan sonra, sözler değil kararlar, yazılı kararlar değil eylemler istedikten sonra, bütün kanadımızı fabrikalara ve kışlalara göndermeliyiz: onun yeri oralardadır, devrimin dirimsel gücü oralardadır, devrimin kurtuluşu oralardan gelecektir, Demokratik Konferansın itici gücü oralardır.
Ateşli, heyecanlı söylevlerimizde, programımızı oralarda açıklamlı ve sorunu şöyle koymalıyız: Ya bu programın Konferans tarafından eksiksiz kabulü, ya da ayaklanma. Orta yol yoktur. Beklemek olanaksızdır. Devrim mahvolur.
Sorun böylece konduktan sonra, tüm kanadımız fabrikalar ve kışlalarda toplanmış bulunduğundan, ayaklanmanın başlaması gereken zamanı kararlaştırabilecek birdurumda olacağız.
Ve ayaklanmayı Marksistler olarak, yani bir sanat olarak görmek için, aynı zamanda, bir dakika yitirmeksizin, ayaklanma müfrezeleri kurmayanı örgütlemeli, güçlerimizi yerli yerine dağıtmalı, güvenilir alayları en önemli noktalara göndermeli, Aleksandra Tiyatrosunu kuşatmalı, Piyer ve Pol kalesini kuşatmalı, genelkurmayı ve hükümeti tutuklamalı, harpokulu öğrencilerine ve "vahşi tümen"e karşı, düşmanı kentin dirimsel merkezlerine sokmaktansa, ölmeye hazır müfrezeleri göndermeliyiz; silahlı işçileri seferber etmeli, onları son ve amansız bir savaşıma çağırmalı, telgraf ve telefonu aynı zamanda işgal etmeli, bizim ayaklanma kurmayımızı Telefon Merkezine yerleştirmeli, onu bütün fabrikalara, bütün alaylara, bütün silahlı savaşım merkezlerine, vb. telefonla bağlamalıyız.
Bütün bunlar, kuşkusuz, yalnızca yaklaşık, ve yalnızca, yaşadığımız anda, eğer ayaklanma bir sanat olarak görülmezse, Marksizme bağlı kalınamayacağı, devrime bağlı kalınamayacağı olgusunu aydınlatmaya yönelik şeylerdir.
LENİN
13-14 (26-27) Eylül 1917
26 Kasım 2010 Cuma
İTTİFAK YA DA İTTİFAKLAR - ALİ SARITEPE
Yaşadığımız dönemin güncelleştirdiği bir kelime, bir duruş ya da bir davranış biçimi.
Gerek yerel ve gerekse de genel mahiyette olsun; siyasetin vazgeçilmezi olan “ittifak” bugün; uluslar arası boyutta güncele ulaşmış ve alt anlatım biçimiyle de ilgili olarak da; tek tek devletlerin ekonomi politikalarına ve bununla ilintili olarak siyaset davranışlarında ilk sıralarda yer almaya başlamıştır.
Devletler arası/uluslar arası önceliğe ulaşan “ittifaklar” olgusu ne günümüzün yeni bulmasıdır, ne de sadece geçmişte kalan bir buluşmadır. O, dünden beri var olan ve gelecekte de varlığını devam ettirecek olan, ancak; devlet sönümlenmesi/devletler sönümlenmesi süreci ile birlikte bir taraftan anlamsal dönüşümlere uğrayacaktır, bir taraftan da dilimizden uzaklaşacaktır.
Tarih aklımızın bir yanında hala tazeliğini koruyan “Haçlı” seferleri/savaşları başta olmak üzere, büyük paylaşım savaşları ve savaş sonrası müzakerelerin döşeme taşları olan düzenleme biçimlerine baktığımızda burada gizli ya da açık olarak ittifak ve ittifaklar olgusu karşımıza çıkmaktadır.
Özellikle 1. ve 2. büyük savaşlar; uzun dönem amaçları ve etkinliği anlamıyla farklı bir yerde durmaktadır. Bu da, kapitalizmin hegomonik olarak dünyasal karaktere ulaşması ve bununla ilintili olarak da kapitalizmin kendi iç gelişim şekli ve buna paralel olarak yeniden güncellenen ittifak duruşlarıdır. Ve buna denk düşen kapitalizm karşıtı birliktelikler.
İttifakların ana karakteri ya var olan ekonomi imkanlarının korunması ve buna denk düşen siyasi-askeri ortaklaşmalar ya da ekonomiye yapılan gelecek planlamasında ortak paydalar yaratılması ve yine bunun olmazsa olmazı olan siyasi-askeri duruş ortaklıklarıdır.
Dünya kapitalist ekonominin bugünkü ana karakteri; petrol/doğalgaz,maden havza kontrolü ve bunun vazgeçilmez paydaşı olan silah üretimi yani silah sanayidir.
Bugün; güncelde bulunan Lizbon görüşmeleri, Lizbon antlaşmaları tam da bu vaziyeti anlatan bir durumdur.
Dünya kapitalizmine hala yön veren üç tane ana dal, sanayi dalı vardır. Bunlar; petrol, maden ve silah sanayidir. Bunların üstünlüğüne sahip olan ülkeler/tekeller dünya siyasetinde de ana aktör konumundadırlar.
Eskiden oluşturulan Nato ve Varşova paktı/ittifaklarına baktığımız zamanda olguyu besleyen ana taşların petrol,maden ve silah sanayi olduğu açıklıkla gözlemlenebilmekteydi. Varlık nedenlerini, diğerinin var olması üzerinden anlatan bu ittifak özneleri; ne zaman ki birinin -Varşova pakt/ittifakının- yok olması ile birlikte amaç boşluğuna düşmüşlerdir. Bu durum sonuç olarak yeni bir dönüşüm olayını da beraberinde getirdi. Tekellerin/devletlerin yer altı zenginliklerini kontrolleri altında tutma anlaşmaları, bunların güvencesini sağlayan silahla müdahale anlaşmaları ve bunun derininde olan silah satışı ve üretiminin devamını sağlayan düzenlemeler; oluşumların gerçek anlatımlarıdır.
Lizbon antlaşmasının ortaklığına bakıldığında, nükleer teknoloji ve bunun devamı olan nükleer silahlara sahip olan ülkeleri görmekteyiz. Antlaşma/ittifakın ana sürükleyicileri olan nükleer teknolojiye sahip ülkeler bu üstünlüklerine devamlılık sağlamak için; bu teknolojiye ulaşmak isteyen devletlere ve becerilere sahip olamamaları ya da mümkün olduğunca geç sahip olmaları için yaratmaya çalıştıkları birlikteliktir.
Lizbon antlaşmasının ruhunu; G20 ülkelerinin/kapitalizminin; dünyayı, yer altı ve yer üstü zenginliklerine göre yeni siyasal planlamalara tabi tutarken devamını da nükleer teknoloji/silah tekellerinin güvencelerine kavuşturmasıdır.
Açık olduğu üzre; silah tekellerinin ilk alıcısı silah üreten ülkelerin kendisidir. Yapılan güvenlik ittifakları ile üretilen silahların ittifaka satılmasını sağlamak, ittifaktaki ana ülkenin esas görevi olmaktadır.
Örülmeye çalışılan füze perdelemesi de , nükleer teknoloji sahibi tekellerin ürettiği silahları bu ittifak ülkelerine satılması/konuşlandırmasını da doğal olarak beraberinde getirecektir.
Ve tüm söylemlerine rağmen bu tür ittifaklar; kendilerini yeniden-yeniden üretecek petrol/doğalgaz, maden havzalarını kontrol altında tutmak ve bu sanayi ile iç içe olan silah sanayine devamlılık kazandırmaktır.
Bu tür antlaşmalar, tek-tek nükleer tehtid(!)ler vesilesiyle, ihtiyaç duyulan antlaşmalar/ittifaklar değillerdir. Petrol/doğalgaz, maden ve silah tekellerinin siyasi ve ekonomik hegemonyasının güvence altına alınmasıdır.
Örtülenen gerçek budur.
ALİ SARITEPE
Mustafa Sönmez: Sendikasız, Grevsiz “İleri Demokrasi !..”
Mustafa Sönmez: Sendikasız, Grevsiz “İleri Demokrasi !..”: "Mustafa Sönmez Utanmazca telaffuz edilerek AKP iktidarının despotik yönetimine yakıştırılan “ileri demokrasi”de, bu yıl greve çıkabilen işç..."
21 Kasım 2010 Pazar
NATONUN İLERİ KARAKOLU VE KALKANI TÜRKİYE İLAN EDİLDİ
NATONUN İLERİ KARAKOLU VE KALKANI TÜRKİYE İLAN EDİLDİ
Nato’nun Lizbon’daki toplantısı gelişmelerin ne durumda olduğunu, bugünün dünden belli olduğunun altını bir kez daha kalınca çizdi. Türkiye adına katılan heyet ve başkanı Abdullah Gül ABD emperyalizminin tüm dayatmalarını mecburen kabul etti. Zaten G 20 Kore toplantısında Tayyip Efendi BOP koordinatörü olarak ikna edilmişti! Yaklaşık olarak on yıldır yazdıklarımız adım adım fiiliyata geçmiş olup, bunun doruk noktalarından olan Füze Kalkanlarının uç sınır olan Türkiye’ye yerleştirilmiş olması ABD emperyalizminin ileri karakolu ile yeni özel nitelikli jandarmasının Türkiye olduğunu üst düzlemde teyit etmiştir.
Bu süreç elbette onlarca yıllık bir projenin, BOP’ un gereğidir. Türkiye bu süreçte yıpranmış, geri çekilmek zorunda kalan İsrail’in rolüne geçmeliydi. Ve Asya, Ortadoğu, Afrika doğrultusunda tüm hareketlerin merkezi, düzenlenmesi, koordinasyon merkezi olmalı idi. Süreç, hemen tamamen emperyalist savaş aygıtı NATO ve onun patronu olan ABD emperyalizminin düzleminde oldu. Türk üst düzey uşaklarının “istediklerimizi aldık” yalanlarıyla süslenmiş uşaklık gösterisi, emperyalizmin ileri karakolu olma gerçeği ile saldırılara karşı kalkan ya da saldırganlıkta birincil üs gerçeğini asla değiştiremiyor, değiştiremez.
ABD üslerinin varlığı, ABD’nin tüm Ortadoğu, Asya işgal ve müdahalelerinin merkezi bundan böyle seçmeli değil; zorunlu olarak Türkiye olacaktır. Türkiye ABD emperyalizmi ile İsrail’in hem koruması, sınır karakolu görevi olarak jandarmalık yapacak ve hem de dış saldırıların ilk hedefi olmak yanında ilk dışa saldırıların da merkezi olacaktır.
Gizlenen gerçekler bunlardır. Gizlenen ABD ve İsrail jandarmalığıdır. Dışarıda, gözler önünde, medyada bağırıp nara atanlar “süt dökmüş kedi misali” ağa babalarının tüm istediklerini elbette yapacaklardır ve yaptılar da. Geriye onun süslenmesi kalmıştır. Bu süslemede de “elimiz güçlü, biz yapmazsak olmaz, tetik bizde “ gibi yalanlarla halkları kandırma çokta zor değildir esasen.
Türkiye’nin BOP’a göre biçilen misyonu NATO toplantısında resmiyet kazanmış ve tüm emperyalist merkezlerce destek görmüştür. Türkiye’yi yöneten ABD emperyalizmi uşağı faşist devlet görevlilerinin buna itiraz etmeleri söz konusu olmadığı gibi; tabandan da, halklar nezdinde gündem oluşturma-direnme-mücadele etme deneyleri yaşanmadı bu konuda.
Türkiye halkları, emekçileri, proleterleri bir yazarın haklıca vurguladığı gibi “narkoz altında uyumaya devam ediyor”. Uyu ey Halkım, UYU. Polonya emekçileri, Polonya Halkları füze kalkanına karşı çıkarak emperyalizme kafa tutanların başını çekti örnek olarak. NATO karşıtı gösteriler bu kez istenilen düzeyde olmadı. Ama Polonya halkı, dünya halklarına emperyalizme karşı mücadele açısından bir ders verdiler.
Türkiye Halklarına, emekçilerine, proleterlerine emperyalistlere, Siyonistlere karşı girişilen saldırılara karşı “KALKAN” olma görevi düştü ve resmileşti. Ayrıca emperyalizme karşı savaş açanlara ya da emperyalistler arası çatışmalarda da yine “ ileri karakol olma” veya “jandarmalık” görevi resmileşti. “ Uyu ey halkım, UYU. Rahat uykuda uyu, narkozdan asla uyanma, bir gün yatağından soyunup götürülürsen bile uyanma!
21.11.2010
Mahmut Halil CAN ( Sendiren )
http://ateshirsizi.com
http://www.ateshirsizi.tr.cx
Nato’nun Lizbon’daki toplantısı gelişmelerin ne durumda olduğunu, bugünün dünden belli olduğunun altını bir kez daha kalınca çizdi. Türkiye adına katılan heyet ve başkanı Abdullah Gül ABD emperyalizminin tüm dayatmalarını mecburen kabul etti. Zaten G 20 Kore toplantısında Tayyip Efendi BOP koordinatörü olarak ikna edilmişti! Yaklaşık olarak on yıldır yazdıklarımız adım adım fiiliyata geçmiş olup, bunun doruk noktalarından olan Füze Kalkanlarının uç sınır olan Türkiye’ye yerleştirilmiş olması ABD emperyalizminin ileri karakolu ile yeni özel nitelikli jandarmasının Türkiye olduğunu üst düzlemde teyit etmiştir.
Bu süreç elbette onlarca yıllık bir projenin, BOP’ un gereğidir. Türkiye bu süreçte yıpranmış, geri çekilmek zorunda kalan İsrail’in rolüne geçmeliydi. Ve Asya, Ortadoğu, Afrika doğrultusunda tüm hareketlerin merkezi, düzenlenmesi, koordinasyon merkezi olmalı idi. Süreç, hemen tamamen emperyalist savaş aygıtı NATO ve onun patronu olan ABD emperyalizminin düzleminde oldu. Türk üst düzey uşaklarının “istediklerimizi aldık” yalanlarıyla süslenmiş uşaklık gösterisi, emperyalizmin ileri karakolu olma gerçeği ile saldırılara karşı kalkan ya da saldırganlıkta birincil üs gerçeğini asla değiştiremiyor, değiştiremez.
ABD üslerinin varlığı, ABD’nin tüm Ortadoğu, Asya işgal ve müdahalelerinin merkezi bundan böyle seçmeli değil; zorunlu olarak Türkiye olacaktır. Türkiye ABD emperyalizmi ile İsrail’in hem koruması, sınır karakolu görevi olarak jandarmalık yapacak ve hem de dış saldırıların ilk hedefi olmak yanında ilk dışa saldırıların da merkezi olacaktır.
Gizlenen gerçekler bunlardır. Gizlenen ABD ve İsrail jandarmalığıdır. Dışarıda, gözler önünde, medyada bağırıp nara atanlar “süt dökmüş kedi misali” ağa babalarının tüm istediklerini elbette yapacaklardır ve yaptılar da. Geriye onun süslenmesi kalmıştır. Bu süslemede de “elimiz güçlü, biz yapmazsak olmaz, tetik bizde “ gibi yalanlarla halkları kandırma çokta zor değildir esasen.
Türkiye’nin BOP’a göre biçilen misyonu NATO toplantısında resmiyet kazanmış ve tüm emperyalist merkezlerce destek görmüştür. Türkiye’yi yöneten ABD emperyalizmi uşağı faşist devlet görevlilerinin buna itiraz etmeleri söz konusu olmadığı gibi; tabandan da, halklar nezdinde gündem oluşturma-direnme-mücadele etme deneyleri yaşanmadı bu konuda.
Türkiye halkları, emekçileri, proleterleri bir yazarın haklıca vurguladığı gibi “narkoz altında uyumaya devam ediyor”. Uyu ey Halkım, UYU. Polonya emekçileri, Polonya Halkları füze kalkanına karşı çıkarak emperyalizme kafa tutanların başını çekti örnek olarak. NATO karşıtı gösteriler bu kez istenilen düzeyde olmadı. Ama Polonya halkı, dünya halklarına emperyalizme karşı mücadele açısından bir ders verdiler.
Türkiye Halklarına, emekçilerine, proleterlerine emperyalistlere, Siyonistlere karşı girişilen saldırılara karşı “KALKAN” olma görevi düştü ve resmileşti. Ayrıca emperyalizme karşı savaş açanlara ya da emperyalistler arası çatışmalarda da yine “ ileri karakol olma” veya “jandarmalık” görevi resmileşti. “ Uyu ey halkım, UYU. Rahat uykuda uyu, narkozdan asla uyanma, bir gün yatağından soyunup götürülürsen bile uyanma!
21.11.2010
Mahmut Halil CAN ( Sendiren )
http://ateshirsizi.com
http://www.ateshirsizi.tr.cx
__________________

Mahmut Halil CAN ( Sendiren )
http://ateshirsizi.com
http://www.ateshirsizi.tr.cx
Mahmut Halil CAN ( Sendiren )
http://ateshirsizi.com
http://www.ateshirsizi.tr.cx
19 Kasım 2010 Cuma
FUTBOL, FUHUŞ, FİESTA İŞTE FAŞİST DİKTATÖRLÜK
FUTBOL, FUHUŞ, FİESTA İŞTE FAŞİST DİKTATÖRLÜK
Düzenin en büyük silahıdır toplumsal yabancılaşma ile koyun sürüsü gibi kitleleri yönetmesinin yukarıda saydıklarımız. Düzen bu çerçeve sıkıştırmış olduğu geniş yığınları istediği gibi biçimlendirmek ve onları istediği gibi yönlendirmektedir. Elinde devasa bir gücüde bulunduran- bu güç her türlü medya organıdır. Dikkat edilirse medya ile sermaye kesinlikle emperyalist kapitalizmde iç içedir- düzen; geniş yığınların hak-hukuk-insani değerler uğruna mücadelesini boğmakta; onları düzenin sınırları içerisine yukarıdaki öğelerle sıkıştırmaktadır.
Emperyalist kapitalizm açısından Futbol hem dünya çapında bacasız bir ekonomik sektör, kara para aklama aracı, geniş yığınları hem uyutma-oyalama-düzen içine sıkıştırma anlamında ve hem de sömürü aracı olarak korkunç büyük bir kullanım parçasıdır. Dünyanın hemen hemen her yerinde, başta da orta ve az gelişmiş kapitalist ülkelerde olmak üzere nerdeyse haftanın her günü futbol ve maçlar oynatılmakta, maçların olmadığı saatlerde TV’ler de maç programları vs ile yine geniş yığınlar oyalanmakta, sömürülmekte ve de istenildiği gibi biçimlendirilmektedir.
Sanayiye yapılmayan, verilmeyen paraların Futbola aktarılmış olması da bu alanın emperyalist kapitalizm açısından değerini göstermektedir zaten. Milyarlarca doların aktarıldığı, oynadığı bacasız ekonomi futbolun çok yönlü bir araç olması kapitalistlerin bu alana ilgisini asla azaltmamalarına neden olmaktadır. Franco’dan bu yana özellikle faşist rejimlerin kullandığı ve fakat genel olarak öne çıkan özelliklerinden yararlanılması açısından faşizmin kapitalizme genel olarak hediyesidir Futboldan yararlanma sorunu.
Yine açlık-yoksulluk-sefaletin-işsizliğin artmasına ve de kolay yoldan para kazanma ile kadın bedeninin pazarlanmasına dönük faşist politik yaklaşımın emperyalist kapitalizm için yine önem kazanması futbol gibidir. Kadın satıcılığından, kaçırma, taciz, tecavüz, kadın bedeninin her biçimde Pazar aracı olarak görülmesi, yine dolaysız sonuçlarından olarak insani değerler, ahlaka yabancılaştırma açısından Fuhuş düzenin geniş kitlelere enjekte ettiği bir araçtır nihayetinde. Bir yandan geniş yığınlar bu insanlık dışı yaşama sürüklenirken, bir yandan da bu yaşam tarzı beslenir ve değer yitimi ile yabancılaşma desteklenerek kitlelerin mücadeleden uzak tutulmaları engellenir.
Yine kolay yoldan para kazanmak, yatarak-başkalarının omuzlarına basarak ilerleme, kumar-çekiliş-sahtekârlık veya genel olarak emek dışı tüm kazanç biçimlerinin pohpohlanması demek olan Fiesta ise gerek gündelik yaşam içinde ve gerekse de düzenin kitlelere ulaşım araçlarının tümünden beslenmektedir. Bu bağlamda geniş yığınlar, yeni yetişen nesiller özellikle bu burgaç içerisinde düzene eklemlenmektedir. Bilinçsel, eylemsel olarak düzenin bu yapısına adapte edilerek yetişen nesillerin emek değer bir yaşam tarzına yaklaştırılması mücadelesi elbette ki genel olarak daha zorludur.
Futbol-fuhuş-Fiesta en geniş ajitasyon-propaganda araçları ile geniş yığınlara enjekte edilen zehirlerdir. Faşist diktatörlüğü ve emperyalist kapitalizmi ayakta tutmak için milyarlarca doların döküldüğü geniş anti-insani olarak kullanılan araçlardır. Kapitalizmin kar-çıkarsız-kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez mantığının olağan sonucudur aslında bunlar.
Bu araçlara karşı ideolojik-teorik-politik-pratik mücadele ise özgürlük ve sosyalizm mücadelesinin başarısının şartlarındandır. Zira sözünü ettiğimiz düzenin her bakımdan korkunç düzeyde yararlandıkları araçlardır. Ve de her türlü olanaklarını devreye sokarak ve de kar-çıkar amaçlı da yararlandığı araçlardır. Bu bağlamda düzen bize karşı çok ilerden avantajlı bir savaşın tarafıdır. Ama devrimcinin işi de zoru başarmaktır. Gerçekçi olup imkânsızı isteyip elde etmektir.
26.09.2010
Mahmut Halil CAN ( Sendiren )
http://ateshirsizi.com
http://www.ateshirsizi.tr.cx
Düzenin en büyük silahıdır toplumsal yabancılaşma ile koyun sürüsü gibi kitleleri yönetmesinin yukarıda saydıklarımız. Düzen bu çerçeve sıkıştırmış olduğu geniş yığınları istediği gibi biçimlendirmek ve onları istediği gibi yönlendirmektedir. Elinde devasa bir gücüde bulunduran- bu güç her türlü medya organıdır. Dikkat edilirse medya ile sermaye kesinlikle emperyalist kapitalizmde iç içedir- düzen; geniş yığınların hak-hukuk-insani değerler uğruna mücadelesini boğmakta; onları düzenin sınırları içerisine yukarıdaki öğelerle sıkıştırmaktadır.
Emperyalist kapitalizm açısından Futbol hem dünya çapında bacasız bir ekonomik sektör, kara para aklama aracı, geniş yığınları hem uyutma-oyalama-düzen içine sıkıştırma anlamında ve hem de sömürü aracı olarak korkunç büyük bir kullanım parçasıdır. Dünyanın hemen hemen her yerinde, başta da orta ve az gelişmiş kapitalist ülkelerde olmak üzere nerdeyse haftanın her günü futbol ve maçlar oynatılmakta, maçların olmadığı saatlerde TV’ler de maç programları vs ile yine geniş yığınlar oyalanmakta, sömürülmekte ve de istenildiği gibi biçimlendirilmektedir.
Sanayiye yapılmayan, verilmeyen paraların Futbola aktarılmış olması da bu alanın emperyalist kapitalizm açısından değerini göstermektedir zaten. Milyarlarca doların aktarıldığı, oynadığı bacasız ekonomi futbolun çok yönlü bir araç olması kapitalistlerin bu alana ilgisini asla azaltmamalarına neden olmaktadır. Franco’dan bu yana özellikle faşist rejimlerin kullandığı ve fakat genel olarak öne çıkan özelliklerinden yararlanılması açısından faşizmin kapitalizme genel olarak hediyesidir Futboldan yararlanma sorunu.
Yine açlık-yoksulluk-sefaletin-işsizliğin artmasına ve de kolay yoldan para kazanma ile kadın bedeninin pazarlanmasına dönük faşist politik yaklaşımın emperyalist kapitalizm için yine önem kazanması futbol gibidir. Kadın satıcılığından, kaçırma, taciz, tecavüz, kadın bedeninin her biçimde Pazar aracı olarak görülmesi, yine dolaysız sonuçlarından olarak insani değerler, ahlaka yabancılaştırma açısından Fuhuş düzenin geniş kitlelere enjekte ettiği bir araçtır nihayetinde. Bir yandan geniş yığınlar bu insanlık dışı yaşama sürüklenirken, bir yandan da bu yaşam tarzı beslenir ve değer yitimi ile yabancılaşma desteklenerek kitlelerin mücadeleden uzak tutulmaları engellenir.
Yine kolay yoldan para kazanmak, yatarak-başkalarının omuzlarına basarak ilerleme, kumar-çekiliş-sahtekârlık veya genel olarak emek dışı tüm kazanç biçimlerinin pohpohlanması demek olan Fiesta ise gerek gündelik yaşam içinde ve gerekse de düzenin kitlelere ulaşım araçlarının tümünden beslenmektedir. Bu bağlamda geniş yığınlar, yeni yetişen nesiller özellikle bu burgaç içerisinde düzene eklemlenmektedir. Bilinçsel, eylemsel olarak düzenin bu yapısına adapte edilerek yetişen nesillerin emek değer bir yaşam tarzına yaklaştırılması mücadelesi elbette ki genel olarak daha zorludur.
Futbol-fuhuş-Fiesta en geniş ajitasyon-propaganda araçları ile geniş yığınlara enjekte edilen zehirlerdir. Faşist diktatörlüğü ve emperyalist kapitalizmi ayakta tutmak için milyarlarca doların döküldüğü geniş anti-insani olarak kullanılan araçlardır. Kapitalizmin kar-çıkarsız-kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez mantığının olağan sonucudur aslında bunlar.
Bu araçlara karşı ideolojik-teorik-politik-pratik mücadele ise özgürlük ve sosyalizm mücadelesinin başarısının şartlarındandır. Zira sözünü ettiğimiz düzenin her bakımdan korkunç düzeyde yararlandıkları araçlardır. Ve de her türlü olanaklarını devreye sokarak ve de kar-çıkar amaçlı da yararlandığı araçlardır. Bu bağlamda düzen bize karşı çok ilerden avantajlı bir savaşın tarafıdır. Ama devrimcinin işi de zoru başarmaktır. Gerçekçi olup imkânsızı isteyip elde etmektir.
26.09.2010
Mahmut Halil CAN ( Sendiren )
http://ateshirsizi.com
http://www.ateshirsizi.tr.cx
10 Kasım 2010 Çarşamba
Kıbrıs'ın BAĞIMSIZLIK CEPHESİ: KIBRIS’TA DEVRİMCİ PROLETARYANIN YOLU
Kıbrıs'ın BAĞIMSIZLIK CEPHESİ: KIBRIS’TA DEVRİMCİ PROLETARYANIN YOLU: "KIBRIS’TA DEVRİMCİ PROLETARYANIN YOLU Kıbrıs sorunu ; kangrene dönüşeli ve egemen sınıflarınca ve bağımlı-köle olduklarınca oldukça uzun ..."
KIBRIS’TA DEVRİMCİ PROLETARYANIN YOLU
KIBRIS’TA DEVRİMCİ PROLETARYANIN YOLU
Kıbrıs sorunu ; kangrene dönüşeli ve egemen sınıflarınca ve bağımlı-köle olduklarınca oldukça uzun yıllar oldu. Kıbrıs’a halkların kardeşliği,özgür,gönüllü birliğini esas alacak tek çözümün ancak ve sadece sosyalizmle olacağı her geçtiğimiz gün ile daha açık bir biçimde kendini ortaya koymaktadır. Zira Kıbrıs sorunu sadece Adanın kendi sorunu değil; tam tersine emperyalist kapitalist merkezler ABD, İngiltere, AB’nin tümü ile onların uşakları olan Yunanistan ve Türkiye’nin , dolaylı olarak Kürt ve Filistin sorunlarında olduğu gibi Ortadoğu ve bütün olarak dünyanın sorunudur. Keşke Adadakilerin özgür iradesi ve kaderlerini tayin çerçevesinde bir referandum olabilse de; gerçekler açığa çıkabilse. Göstermelik referandumlar, sadece ve sadece her iki halkı, her iki kesimden proleter ve emekçileri uyutmak amacıyla, umutlarını bitirmek amaçlı yapılmakta ve de onlara biçilen misyon , çalışmalarının esasını da ayrılık fikri üzerine,şovenist,ırkçı,faşist ön yargılar üzerine kurmaktadırlar.Doğal olarak , her iki kesimden emekçiler ile proleterler birbirilerinden uzak kılınmak için ellerinde geleni ardına koymamaktadırlar egemenler ve ağa babaları.
Peki ne ve niçin , nasıl yapılmalıdır ?
Aslında bundan önceki yazılarımızda üzerinde durduk bu konunun. Her iki kesimden egemenlerin bu sorunu çözme niyetleri, amaçları yoktur. Onların halkların bir araya gelmesi ve birlikte ortak düşmana karşı mücadele etmesini istemedikleri, iktidarlarını ancak bu geliştirdikleri düşmanlık üzerine kurdukları açıktır. Diğer yandan bu uşak iktidarların kendilerince ekonomik, siyasal,sosyal,kültürel sömürgecileri de buna izin vermezler. Yine emperyalist merkezler. Bunları neden altını çizerek vurgulama gereği duyduk. Nedeni kesinlikle şudur : Düşmanınızın stratejik ve taktik tüm girişimlerini bilmek ve kendi bağımsız stratejiniz,taktiğinize tam tersini eklemlemek ve doğru bir plan çerçevesi çizmek açısından. Evet , birinci noktası Kıbrıs halklarının sömürgecilik ve emperyalizme karşı mücadelesinin ortaklaştırılması elzemdir. Yani, anti-emperyalist ve anti-sömürgeci mücadele proğramın baş ilkelerindendir. Tutarlı bir anti-sömürgeci,anti emperyalist çizginin yanı sıra ve onun zaten kaynağı olan anti-kapitalist bir temel çerçeve Kıbrıs emekçileri,proleterlerinin kurtuluş reçetesinin temelidir. Bu temel üzerine yükselen, anti-sömürgeci ve anti emperyalist çerçeveyi tamamlayan ve aşan, ardından özellikle Kuzey’de Türk faşist diktatörlüğünün açık işgal ve faşist rejimini hedef alan anti-faşist bir içerikle beslenmesi kesin olarak zorunludur.
Halkların eşit-özgür,adil,gönüllü,ilkeli birliklerini yaratmanın yolu, işte yukarıda saydıklarımız üzere temel olarak anti-kapitalist bir içeriğe sahip olmaktan geçmektedir.Zira anti-kapitalizm , diğer tüm anti içerikleri kapsamaktadır. Yapılması gereken ilk şey bu çerçevenin çizilip belirlenmesi ve bu çerçeve içindeki yapıların bir aradalığının sağlanmasıdır.Bu halkların kardeşliği ve emek birliği için vazgeçilmezdir.Sermayenin dini,dili,ırkı,mezhebinin olmadığından hareketler, yıllardır düşmanlaştırılmaya çalışılan iki halkın temel birleşme noktasıdır burası. Anti-sömürgeci,anti-emperyalist,anti-faşist cepheyi içine alan , her iki halkın özgün iradesini ortaya koyan Cephe örgütlenmesi ve bunun her iki ayağından komünistler,devrimciler,ilericiler,demokratlar ise bu Cephenin ayakları olmak durumundadırlar. Bu Cephenin liderleri ise, asgari olarak anti-emperyalist,anti-faşist,anti-sömürgeci olmak zorundadırlar.Cephenin ilk ve temel koşulu bu olmakla birlikte, komünist devrimcilerin liderliğinde anti-kapitalist bir içeriğe kavuşturulmak zorundadır.
Kıbrıs proletaryasının ikinci önemli yapması gereken ise, başından itibaren Enternasyonal bir nitelikle, egemen sınıflarının bağımlı olduğu ülke egemen sınıflarına karşı mücadele yürüten komünist devrimciler ile proletaryası ile birlikte,ortak mücadele yürütmesidir. Zira Türk ve Yunan egemenleri bütün olarak ortadan kaldırılmadıkça, Kıbrıs’ın bağımsılaşması,özgürleşmesi,devrimin başarılı olması oldukça zor görünüyor. İmkansız değil ama oldukça zor. Zira bölge ve dünya egemenleri açısından Kıbrıs’ın önemi tartışılmaz. Bu bakımdan Kıbrıs proletaryası ve komünist devrimcileri, Türk ve Yunan komünist devrimcileri ile ortak örgütlenme ve mücadele çerçevesi çizme noktasında olmalıdırlar. Türkiye ve Yunanistan devrimleri, Kıbrıs devrimi demektir. Bu bağlamda enternasyonal devrimci dayanışmanın ötesine geçen bir ortak çeper örgütü zorunluluktur. Kıbrıs proletaryası ile egemen ulusların proletaryası , ortak düşmana,kapitalist egemenliğe karşı ortak,birlikte mücadele vermek zorundadırlar.
Bu Kıbrıs ve egemen uluslar proletaryasının ayrı örgütlenmesini dışlayan değil, önünü de açan bir nitelikte olmalıdır. Başlangıçta söylediğimiz çelişki gibi dursa da, diyalektik bütünlük içinde kavrandığında özgür sorunlarda ayrı, genel sorunlarda birlikte olan bir seksiyon örgütlenmesi şarttır. Yani bir yandan Kıbrıs proletaryasının özgül sorunları,açık işgal,faşist düzen,sömürgeci talan,emperyalist baskı uğruna mücadele ederken; diğer yandan bunun ötesinde egemen ulus proletaryası ile ortak düşmanın ortadan kaldırılması mücadelesi temel alınmak durumundadır.Bu tamı tamına , bir yandan yerel özerk bir örgüt ve teşkilatı zorunlu kılarken; diğer yandan birlikte,ortak düşmana vuran güç birliğinin üst organını var etmeye, yaşatmaya , büyütmeye de hizmet etmektedir,edecektir.Bu adanın her iki halkı açısından da geçerlidir.
Bugüne kadar egemen ulustan komünist devrimcilerin teorik-ideolojik-politik destek ve dayanışması dışında pekte özel bir yaklaşım görmeyen Ada proleterleri ve komünist devrimcileri açısından söylediklerimiz lafızda pek bir değer ifade etmiyor gibi durabilir.Ve fakat Kıbrıs’ın bağımsızlığı,özgürlüğü,birliği e kapitalizmden arınmış bir mücadelesi ve sonucunun başka bir yolu yoktur. Ada halkının özgürleşmesi, egemen ulus ezilenlerinin özgürleşmesi; egemen ulus ezilenlerinin özgürleşmesi ise Ada halkının özgürleşmesi anlamına gelmektedir. Bu iç içe geçmiş ve kaderleri birleşmiş olan halkların başka çıkar yolları yoktur.
Yani ne ve niçin yapılmalı ile nasıl yapmalı sorusuna gelebildik. Yani özelde iki önemli sorunun altını çizdik.Bir yandan enternasyonal devrimci bir mücadele ile ortak örgütlenmenin gerekliliği; diğer yandan da Ada halkının , Ada her iki kesiminin proletaryası ile ezilenlerinin Cephesel örgütlenmesi. Bu ikili görev, birlikte ve aynı anda Ada proletaryasının ve Ada ezilenlerinin ortak bir paydada buluşmasını zorunlu kılmaktadır. Ve de aynı zamanda yine her iki kesim proleterlerinin ortak bir devrimci yapısını da zorunlu kılmaktadır. Ada halkı ve proleterleri açısından, yaşam standartları bile farklıdır her iki kesimin. Bu farklılık ve özgünlükler farklı düzlemlerde ele alınıp aynı örgütsel çerçevede eritilmek zorundadır.
Nasıl yapılmalı ? Ada halkının en önemli sorunu ve birlikte,ortak yaşamının engeli olan ortak düşmanların tespiti ve ona karşı mücadelesi. Adada her iki kesimin açık işgal ve sömürgeci baskı altında inletildiği ve kaderlerini tayin hakkına izin verilmemesi.Ada proletaryasının yaşam koşulları,özgürce,korkusuzca yaşamını dinamitleyen gerçeklere vurulması. Vs vs. Bunların üzerine oturan bir çalışma,emek,örgütsel birikim ve devrimci bakış açısı.
Beri yandan , Ada sınıf hareketi açısından reformist,revizyonist hareketlerinin tasfiyesi, komünist devrimci çekirdeklerin oluşturulması. Sınıf hareketi açısından ve gelecek bakımından örgütlenmenin temel nitel özelliklerinin tespiti.İllegal,devrimci çekirdekler ve etrafında çepe çevre bir çeper örgütleri.
Kıbrıs’ta şimdi de , sonrası süreçte de; Devrimci Proletaryanın Yolu bu düzlemde olmalıdır.Halkların kurtuluşunun yolu özgürlük,devrim ve sosyalizmdedir. Halkların kurtuluşunun yolu birliğinden,mücadelesinden,enternasyonal devrimci örgütlenme ve çalışmasından,ortak düşmana karşı ortak örgütlenme ve kavgadan geçer.Başka yolu yok kurtuluşun.İnsanı insana köle kılan düzen ortadan kaldırılmadıkça özgürlük,insanlık düzeni hayal olmaya devam edecektir.
24.01.2009
Mahmut Halil Can ( Sendiren )
Kıbrıs sorunu ; kangrene dönüşeli ve egemen sınıflarınca ve bağımlı-köle olduklarınca oldukça uzun yıllar oldu. Kıbrıs’a halkların kardeşliği,özgür,gönüllü birliğini esas alacak tek çözümün ancak ve sadece sosyalizmle olacağı her geçtiğimiz gün ile daha açık bir biçimde kendini ortaya koymaktadır. Zira Kıbrıs sorunu sadece Adanın kendi sorunu değil; tam tersine emperyalist kapitalist merkezler ABD, İngiltere, AB’nin tümü ile onların uşakları olan Yunanistan ve Türkiye’nin , dolaylı olarak Kürt ve Filistin sorunlarında olduğu gibi Ortadoğu ve bütün olarak dünyanın sorunudur. Keşke Adadakilerin özgür iradesi ve kaderlerini tayin çerçevesinde bir referandum olabilse de; gerçekler açığa çıkabilse. Göstermelik referandumlar, sadece ve sadece her iki halkı, her iki kesimden proleter ve emekçileri uyutmak amacıyla, umutlarını bitirmek amaçlı yapılmakta ve de onlara biçilen misyon , çalışmalarının esasını da ayrılık fikri üzerine,şovenist,ırkçı,faşist ön yargılar üzerine kurmaktadırlar.Doğal olarak , her iki kesimden emekçiler ile proleterler birbirilerinden uzak kılınmak için ellerinde geleni ardına koymamaktadırlar egemenler ve ağa babaları.
Peki ne ve niçin , nasıl yapılmalıdır ?
Aslında bundan önceki yazılarımızda üzerinde durduk bu konunun. Her iki kesimden egemenlerin bu sorunu çözme niyetleri, amaçları yoktur. Onların halkların bir araya gelmesi ve birlikte ortak düşmana karşı mücadele etmesini istemedikleri, iktidarlarını ancak bu geliştirdikleri düşmanlık üzerine kurdukları açıktır. Diğer yandan bu uşak iktidarların kendilerince ekonomik, siyasal,sosyal,kültürel sömürgecileri de buna izin vermezler. Yine emperyalist merkezler. Bunları neden altını çizerek vurgulama gereği duyduk. Nedeni kesinlikle şudur : Düşmanınızın stratejik ve taktik tüm girişimlerini bilmek ve kendi bağımsız stratejiniz,taktiğinize tam tersini eklemlemek ve doğru bir plan çerçevesi çizmek açısından. Evet , birinci noktası Kıbrıs halklarının sömürgecilik ve emperyalizme karşı mücadelesinin ortaklaştırılması elzemdir. Yani, anti-emperyalist ve anti-sömürgeci mücadele proğramın baş ilkelerindendir. Tutarlı bir anti-sömürgeci,anti emperyalist çizginin yanı sıra ve onun zaten kaynağı olan anti-kapitalist bir temel çerçeve Kıbrıs emekçileri,proleterlerinin kurtuluş reçetesinin temelidir. Bu temel üzerine yükselen, anti-sömürgeci ve anti emperyalist çerçeveyi tamamlayan ve aşan, ardından özellikle Kuzey’de Türk faşist diktatörlüğünün açık işgal ve faşist rejimini hedef alan anti-faşist bir içerikle beslenmesi kesin olarak zorunludur.
Halkların eşit-özgür,adil,gönüllü,ilkeli birliklerini yaratmanın yolu, işte yukarıda saydıklarımız üzere temel olarak anti-kapitalist bir içeriğe sahip olmaktan geçmektedir.Zira anti-kapitalizm , diğer tüm anti içerikleri kapsamaktadır. Yapılması gereken ilk şey bu çerçevenin çizilip belirlenmesi ve bu çerçeve içindeki yapıların bir aradalığının sağlanmasıdır.Bu halkların kardeşliği ve emek birliği için vazgeçilmezdir.Sermayenin dini,dili,ırkı,mezhebinin olmadığından hareketler, yıllardır düşmanlaştırılmaya çalışılan iki halkın temel birleşme noktasıdır burası. Anti-sömürgeci,anti-emperyalist,anti-faşist cepheyi içine alan , her iki halkın özgün iradesini ortaya koyan Cephe örgütlenmesi ve bunun her iki ayağından komünistler,devrimciler,ilericiler,demokratlar ise bu Cephenin ayakları olmak durumundadırlar. Bu Cephenin liderleri ise, asgari olarak anti-emperyalist,anti-faşist,anti-sömürgeci olmak zorundadırlar.Cephenin ilk ve temel koşulu bu olmakla birlikte, komünist devrimcilerin liderliğinde anti-kapitalist bir içeriğe kavuşturulmak zorundadır.
Kıbrıs proletaryasının ikinci önemli yapması gereken ise, başından itibaren Enternasyonal bir nitelikle, egemen sınıflarının bağımlı olduğu ülke egemen sınıflarına karşı mücadele yürüten komünist devrimciler ile proletaryası ile birlikte,ortak mücadele yürütmesidir. Zira Türk ve Yunan egemenleri bütün olarak ortadan kaldırılmadıkça, Kıbrıs’ın bağımsılaşması,özgürleşmesi,devrimin başarılı olması oldukça zor görünüyor. İmkansız değil ama oldukça zor. Zira bölge ve dünya egemenleri açısından Kıbrıs’ın önemi tartışılmaz. Bu bakımdan Kıbrıs proletaryası ve komünist devrimcileri, Türk ve Yunan komünist devrimcileri ile ortak örgütlenme ve mücadele çerçevesi çizme noktasında olmalıdırlar. Türkiye ve Yunanistan devrimleri, Kıbrıs devrimi demektir. Bu bağlamda enternasyonal devrimci dayanışmanın ötesine geçen bir ortak çeper örgütü zorunluluktur. Kıbrıs proletaryası ile egemen ulusların proletaryası , ortak düşmana,kapitalist egemenliğe karşı ortak,birlikte mücadele vermek zorundadırlar.
Bu Kıbrıs ve egemen uluslar proletaryasının ayrı örgütlenmesini dışlayan değil, önünü de açan bir nitelikte olmalıdır. Başlangıçta söylediğimiz çelişki gibi dursa da, diyalektik bütünlük içinde kavrandığında özgür sorunlarda ayrı, genel sorunlarda birlikte olan bir seksiyon örgütlenmesi şarttır. Yani bir yandan Kıbrıs proletaryasının özgül sorunları,açık işgal,faşist düzen,sömürgeci talan,emperyalist baskı uğruna mücadele ederken; diğer yandan bunun ötesinde egemen ulus proletaryası ile ortak düşmanın ortadan kaldırılması mücadelesi temel alınmak durumundadır.Bu tamı tamına , bir yandan yerel özerk bir örgüt ve teşkilatı zorunlu kılarken; diğer yandan birlikte,ortak düşmana vuran güç birliğinin üst organını var etmeye, yaşatmaya , büyütmeye de hizmet etmektedir,edecektir.Bu adanın her iki halkı açısından da geçerlidir.
Bugüne kadar egemen ulustan komünist devrimcilerin teorik-ideolojik-politik destek ve dayanışması dışında pekte özel bir yaklaşım görmeyen Ada proleterleri ve komünist devrimcileri açısından söylediklerimiz lafızda pek bir değer ifade etmiyor gibi durabilir.Ve fakat Kıbrıs’ın bağımsızlığı,özgürlüğü,birliği e kapitalizmden arınmış bir mücadelesi ve sonucunun başka bir yolu yoktur. Ada halkının özgürleşmesi, egemen ulus ezilenlerinin özgürleşmesi; egemen ulus ezilenlerinin özgürleşmesi ise Ada halkının özgürleşmesi anlamına gelmektedir. Bu iç içe geçmiş ve kaderleri birleşmiş olan halkların başka çıkar yolları yoktur.
Yani ne ve niçin yapılmalı ile nasıl yapmalı sorusuna gelebildik. Yani özelde iki önemli sorunun altını çizdik.Bir yandan enternasyonal devrimci bir mücadele ile ortak örgütlenmenin gerekliliği; diğer yandan da Ada halkının , Ada her iki kesiminin proletaryası ile ezilenlerinin Cephesel örgütlenmesi. Bu ikili görev, birlikte ve aynı anda Ada proletaryasının ve Ada ezilenlerinin ortak bir paydada buluşmasını zorunlu kılmaktadır. Ve de aynı zamanda yine her iki kesim proleterlerinin ortak bir devrimci yapısını da zorunlu kılmaktadır. Ada halkı ve proleterleri açısından, yaşam standartları bile farklıdır her iki kesimin. Bu farklılık ve özgünlükler farklı düzlemlerde ele alınıp aynı örgütsel çerçevede eritilmek zorundadır.
Nasıl yapılmalı ? Ada halkının en önemli sorunu ve birlikte,ortak yaşamının engeli olan ortak düşmanların tespiti ve ona karşı mücadelesi. Adada her iki kesimin açık işgal ve sömürgeci baskı altında inletildiği ve kaderlerini tayin hakkına izin verilmemesi.Ada proletaryasının yaşam koşulları,özgürce,korkusuzca yaşamını dinamitleyen gerçeklere vurulması. Vs vs. Bunların üzerine oturan bir çalışma,emek,örgütsel birikim ve devrimci bakış açısı.
Beri yandan , Ada sınıf hareketi açısından reformist,revizyonist hareketlerinin tasfiyesi, komünist devrimci çekirdeklerin oluşturulması. Sınıf hareketi açısından ve gelecek bakımından örgütlenmenin temel nitel özelliklerinin tespiti.İllegal,devrimci çekirdekler ve etrafında çepe çevre bir çeper örgütleri.
Kıbrıs’ta şimdi de , sonrası süreçte de; Devrimci Proletaryanın Yolu bu düzlemde olmalıdır.Halkların kurtuluşunun yolu özgürlük,devrim ve sosyalizmdedir. Halkların kurtuluşunun yolu birliğinden,mücadelesinden,enternasyonal devrimci örgütlenme ve çalışmasından,ortak düşmana karşı ortak örgütlenme ve kavgadan geçer.Başka yolu yok kurtuluşun.İnsanı insana köle kılan düzen ortadan kaldırılmadıkça özgürlük,insanlık düzeni hayal olmaya devam edecektir.
24.01.2009
Mahmut Halil Can ( Sendiren )
9 Kasım 2010 Salı
KIBRISTA SON ŞANSMI YOKSA ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜN ÇÖZÜMÜ MÜ?
KIBRISTA SON ŞANSMI YOKSA ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜN ÇÖZÜMÜ MÜ?
http://www.ateshirsizi.com/kibrista-son-sansmi-yoksa-cozumsuzlugun-t14033.html?t=14033
Senelerdir ya da geçtiğimiz yıldan bu yana 2010 yılı Adada sürecin çözüm noktasının son şansı olarak defalarca dile getirildi egemenlerce. Her iki taraf egemenleri 2010 yılını bir milat ve son olarak göstermeye çalıştılar. Bugüne kadar yapılan 80’den fazla görüşmenin bu yıl içerisinde bir sonuç üreteceği umudu sürekli pompalandı.
İki yıl öncesinde Talat-Hristofyas arasında başlayan süreç; şimdilerde Eroğlu-Hristofyas arasında yapılacak görüşmeler nedense hep sürekli “son şans” ilan edilip; Ada halkları kandırıldı yıllardır ya da son zamanlarda aylardır. Hâlbuki ciddi bir gelişme-ilerleme olmadığı gibi Adada mülkiyet sorunlarına kilitlenen bir noktaya geldi süreç hep “son şanslara” kilitlendi ve fakat büyük umutlar besletilen süreç ya da 2010 kritiği yılın son bulmasına rağmen hala ortada bir şeyler yok ciddiye alınacak. Zaten egemenlerin ve onların işbirlikçi uşaklarının da böyle bir niyetleri de yok.
BM Genel Sekreterinin çağrısı ile 18 Kasım’da yine bir görüşme trafiği olacak. Bu çağrıya her iki tarafta gönülsüzde olsalar katılacaklar. Zira efendileri ile kendilerinin görüşme trafiğinin devamında çıkarları var. Her ne kadar “çözümsüzlüğün çözüm “ olduğunu bilseler ve de uygulasalar da; Ada emekçilerine göstermelik bir süreci göstermek istemektedirler. Bu her iki kesim egemenleri ile ağababaları için gereklidir zira. Hele ki gelecek yıl gerek Güney Kıbrıs’ta ve Türkiye’de seçimlerin olacağı düşünülürse bu trafiğe katılma daha da anlaşılır oluyor!
New York’ta yine Tango yapacaklar her kesimden egemenler. Ban ki Mon emperyalist BM örgütü aracılığıyla bu sürece çözümsüzlük çözümü bulacağından ve işbirlikçileri de buna itirazsız onay verecekleri için beklentilerin hemen tamamen olmadığı bir çerçevede halkların da beklentilerinin olmaması oldukça olağandır.
Başta mülkiyet sorunları olmak üzere masaya gelebilecek her konunun çözülemeyeceği gün gibi açıktır. Zira istenen zaten çözüm olmadı hiçbir daim. Adanın bölünmüşlüğü, Ada halklarının birbirine uzak kılınması ve parçaların bu biçimleriyle yönetilmesi başta emperyalist ABD-İngiltere ve onların uşakları Yunanistan ve Türkiye tarafından temel çözümdür şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonrasında da.
Bu bakımdan bundan önceki defalarda iddia ettiğimiz üzere görüşmeler, bir araya gelmeler, tartışma ve atışmalar asla ve kesinlikle Ada Halkının çıkarları doğrultusunda ve Barış-Kardeşlik-Bir arada özgürce yaşam üzerine kurulu değildir. Tam tersidir istedikleri, amaçladıkları. Bu anlamda Adada, Kıbrıs’ta emekçi sınıf ve halkların özgür-gönüllü ve birlikte mücadelesi ancak gerçek ÇÖZÜM olacaktır.
Talat ve Hristofyas bir şeyler yapamadı ki; şimdi zaten hiçbir daim çözüm için uğraşmamış olan Eroğlu ile Hristofyas bunu başarabilsin! Kaldı ki sorunlar ve çözümler kişilerle ilintili olmadığı gibi, mevcut Ada insanlarını da aşan bir yerde durduğu içindir ki; çözümsüzlük çözümdür onlara göre.
Gerçek çözüm ve yol haritası daha önceleri de defalarca yazıp söylediğimiz üzere Sosyalizm ile insanlık düzeni olan komünizmdedir. Ada halklarının birlik-mücadele ile sosyalizmin ışıklı yolunda ilerlemesidir kurtuluşun yolu. Devrimci Proletaryanın Yolunda Ada Halkları üzerlerindeki yerli işbirlikçi ve emperyalist-sömürgeci işgalcileri kamburundan attıkça özgürleşecek ve Kurtuluşu sağlayacaktır.
Ada Halkları kendisi ve umutlarını bir “çerez” gibi tüketen egemenleri alt etmedikçe bu süreç sür git devam edecektir. Ada Halklarının tek ve gerçek çıkar yolu sosyalizm ile komünizm etrafında birleşmeleridir. Başkaca her yol, düzene, emperyalist kapitalizme çıkmaktadır.
09.11.2010
Mahmut Halil CAN ( Sendiren )
http://ateshirsizi.com
http://www.ateshirsizi.tr.cx
http://www.ateshirsizi.com/kibrista-son-sansmi-yoksa-cozumsuzlugun-t14033.html?t=14033
Senelerdir ya da geçtiğimiz yıldan bu yana 2010 yılı Adada sürecin çözüm noktasının son şansı olarak defalarca dile getirildi egemenlerce. Her iki taraf egemenleri 2010 yılını bir milat ve son olarak göstermeye çalıştılar. Bugüne kadar yapılan 80’den fazla görüşmenin bu yıl içerisinde bir sonuç üreteceği umudu sürekli pompalandı.
İki yıl öncesinde Talat-Hristofyas arasında başlayan süreç; şimdilerde Eroğlu-Hristofyas arasında yapılacak görüşmeler nedense hep sürekli “son şans” ilan edilip; Ada halkları kandırıldı yıllardır ya da son zamanlarda aylardır. Hâlbuki ciddi bir gelişme-ilerleme olmadığı gibi Adada mülkiyet sorunlarına kilitlenen bir noktaya geldi süreç hep “son şanslara” kilitlendi ve fakat büyük umutlar besletilen süreç ya da 2010 kritiği yılın son bulmasına rağmen hala ortada bir şeyler yok ciddiye alınacak. Zaten egemenlerin ve onların işbirlikçi uşaklarının da böyle bir niyetleri de yok.
BM Genel Sekreterinin çağrısı ile 18 Kasım’da yine bir görüşme trafiği olacak. Bu çağrıya her iki tarafta gönülsüzde olsalar katılacaklar. Zira efendileri ile kendilerinin görüşme trafiğinin devamında çıkarları var. Her ne kadar “çözümsüzlüğün çözüm “ olduğunu bilseler ve de uygulasalar da; Ada emekçilerine göstermelik bir süreci göstermek istemektedirler. Bu her iki kesim egemenleri ile ağababaları için gereklidir zira. Hele ki gelecek yıl gerek Güney Kıbrıs’ta ve Türkiye’de seçimlerin olacağı düşünülürse bu trafiğe katılma daha da anlaşılır oluyor!
New York’ta yine Tango yapacaklar her kesimden egemenler. Ban ki Mon emperyalist BM örgütü aracılığıyla bu sürece çözümsüzlük çözümü bulacağından ve işbirlikçileri de buna itirazsız onay verecekleri için beklentilerin hemen tamamen olmadığı bir çerçevede halkların da beklentilerinin olmaması oldukça olağandır.
Başta mülkiyet sorunları olmak üzere masaya gelebilecek her konunun çözülemeyeceği gün gibi açıktır. Zira istenen zaten çözüm olmadı hiçbir daim. Adanın bölünmüşlüğü, Ada halklarının birbirine uzak kılınması ve parçaların bu biçimleriyle yönetilmesi başta emperyalist ABD-İngiltere ve onların uşakları Yunanistan ve Türkiye tarafından temel çözümdür şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonrasında da.
Bu bakımdan bundan önceki defalarda iddia ettiğimiz üzere görüşmeler, bir araya gelmeler, tartışma ve atışmalar asla ve kesinlikle Ada Halkının çıkarları doğrultusunda ve Barış-Kardeşlik-Bir arada özgürce yaşam üzerine kurulu değildir. Tam tersidir istedikleri, amaçladıkları. Bu anlamda Adada, Kıbrıs’ta emekçi sınıf ve halkların özgür-gönüllü ve birlikte mücadelesi ancak gerçek ÇÖZÜM olacaktır.
Talat ve Hristofyas bir şeyler yapamadı ki; şimdi zaten hiçbir daim çözüm için uğraşmamış olan Eroğlu ile Hristofyas bunu başarabilsin! Kaldı ki sorunlar ve çözümler kişilerle ilintili olmadığı gibi, mevcut Ada insanlarını da aşan bir yerde durduğu içindir ki; çözümsüzlük çözümdür onlara göre.
Gerçek çözüm ve yol haritası daha önceleri de defalarca yazıp söylediğimiz üzere Sosyalizm ile insanlık düzeni olan komünizmdedir. Ada halklarının birlik-mücadele ile sosyalizmin ışıklı yolunda ilerlemesidir kurtuluşun yolu. Devrimci Proletaryanın Yolunda Ada Halkları üzerlerindeki yerli işbirlikçi ve emperyalist-sömürgeci işgalcileri kamburundan attıkça özgürleşecek ve Kurtuluşu sağlayacaktır.
Ada Halkları kendisi ve umutlarını bir “çerez” gibi tüketen egemenleri alt etmedikçe bu süreç sür git devam edecektir. Ada Halklarının tek ve gerçek çıkar yolu sosyalizm ile komünizm etrafında birleşmeleridir. Başkaca her yol, düzene, emperyalist kapitalizme çıkmaktadır.
09.11.2010
Mahmut Halil CAN ( Sendiren )
http://ateshirsizi.com
http://www.ateshirsizi.tr.cx
__________________

Mahmut Halil CAN ( Sendiren )
http://ateshirsizi.com
http://www.ateshirsizi.tr.cx
KENDİ ATEŞLERİNDE YANAMAYANLAR, BAŞKALARININ ATEŞLERİNDE YANAMAZLAR.KENDİNİ ATEŞLERDE SINAMAYANLAR, BAŞKALARINA SINAMADA ÖRNEK OLAMAZLAR. DEVRİMCİLİK BİR YAŞAM BİÇİMİDİR. KENDİSİNDEN BAŞKASININ OLAMAYANLAR, ASLA VE KESİNLİKLE DEVRİMCİ OLAMAZLAR.
SENDİREN.ATEŞTE DEVRİM MÜCADELECİSİ...
Mahmut Halil CAN ( Sendiren )
http://ateshirsizi.com
http://www.ateshirsizi.tr.cx
KENDİ ATEŞLERİNDE YANAMAYANLAR, BAŞKALARININ ATEŞLERİNDE YANAMAZLAR.KENDİNİ ATEŞLERDE SINAMAYANLAR, BAŞKALARINA SINAMADA ÖRNEK OLAMAZLAR. DEVRİMCİLİK BİR YAŞAM BİÇİMİDİR. KENDİSİNDEN BAŞKASININ OLAMAYANLAR, ASLA VE KESİNLİKLE DEVRİMCİ OLAMAZLAR.
SENDİREN.ATEŞTE DEVRİM MÜCADELECİSİ...
7 Kasım 2010 Pazar
‘’KKTC” ilanı TC'nin 12 EYLÜL'ünün Sömürgeleştirilen Kıbrıs'ın Kuzeyindeki İfadesidir!
‘’KKTC” ilanı TC'nin 12 EYLÜL'ünün Sömürgeleştirilen Kıbrıs'ın Kuzeyindeki İfadesidir!
07 Kasım 2010 Pazar, 17:54 tarihinde Bağımsızlık Cephesi tarafından eklendi
“KaKaTeCe” Sömürgeci- İŞGALCİ Kontrgerilla Cumhuriyeti TC'nin Kıbrıs'taki Örtüsüdür.
KONTRGERİLLA Cumhuriyeti 15 KASIMLAR'da da ÇIPLAKTIR, Kıbrıs'taki Örtüsü ''KKTC" Olsada!
12 EYLÜL'ün Sömürgeleştirilen Kıbrıs'ın Kuzeyindeki İfadesi ,TC'NİN ‘’KKTC” ilanıdır !
15 Kasım halklarımızın yüzüne çarpan diğer acı günlerden birisidir.
Ülkemiz Kıbrıs'ın geçmişten bugüne neden ve nasıl geldiğini bilmeden ne bu acı günlerden ve sonuçlarından kurtulabiliriz ne de geleceği sağlam zemin üzerine kurabiliriz.
Kıbrıs, eski çağlardan beri önce yeraltı ve yerüstü zenginlikleri ve sonraları da Ortadoğudaki stratejik önemi nedeniyle hep işgal edilmiş ve Kıbrıs halkları kendi özgür geleceklerini kendileri belirlememiş , belirleyememiştir.Kıbrıs’ın tarihi işgaller tarihidir dersek yeridir.
KIBRIS'ın tarihini kısaca M.Ö 1500-58 ESKİ MISIR, HİTİT, AKA, MİKEN, FİNİKE, ASUR, MISIR, PERS, PTOLEMİ(Mısır) işgallerini ,M.Ö 58-M.S 324 Roma,M.S 324-649 Bizans,M.S 649-965 Arap Müslüman,M.S 965-1191 Bizans, 1191-1192 Templar Şövalyeleri,1192-1489 Lüzinyan,1489-1570 Venedik,1570-1878 Osmanlı,1878-1960 İngiliz,1960 KC kuruluşu (türkiye,yunanistan ve ingiltere'nin garantörlüğünde (Vesayeti altında),1963-74 Halkların kırdırılması,1974- Adanın ve halkların bölünmesi ve garantörler arasında paylaşılması ve işgalleri olarak özetleyebiliriz.
20nci yüzyıl başlarına kadar sürekli başka devletlerin boyunduruğu altında kalan Kıbrıslılar,ekonomik,sosyal ve benzeri baskılar karşısında dayanamamış ve işgalcilere karşı da ayaklanmışlardır.Ancak isyanları hep kanlı bir şekilde işgalci devlet güçleri tarafından bastırılmıştı.
Sömürgeden Garantörlü “Cumhuriyet “ Paylaşımına
İkinci Emperyalist paylaşım savaşı sonrası Kıbrıs’ta da daha ileri boyutlarda gelişmeye başlayan İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadele kısa süre sonra emperyalistlerin adada Türkiye ve Yunanistan’ın sömürgeci çıkarlarını da gözeterek kurdurdukları EOKA ve TMT faşist örgütlerinin kurulması ile bastırılmış ve halklararası içsavaşa dönüştürülmüştür.Bu savaş sürerken yapılan görüşmeler ve varılan anlaşmalar sonrasında 1960 16 Ağustosunda Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmuştur.
Kıbrıs Cumhuriyeti devleti emperyalist İngiltere , sömürgeci Türkiye ile Yunanistan ve onların Kıbrıs’taki türkleştirilmiş,yunanlılaştırılmış işbirlikçilerinden oluşan EOKA ve TMT faşist örgütlerinin halklara karşı uyguladıkları ve halkları birbirine kırdırarak yürüttükleri savaş sonucunda çıkarlarını dengeleme üzerine kurdukları bir devlettir.
Bu devlet Kıbrıs Halklarının tümünün eşit haklara sahip olması üzerinden değil, halkları birbirine boğazlatmaya yönelik türk ve yunan milliyetçiliğini egemen kılmaya yönelik , türkleştirilmiş,yunanlılaştırılmış işbirlikçi burjuvazilerin çıkarlarını dengelemiş kapitalist üretim ilişkilerine sahip bir burjuva devletti.
Ülkenin bir kısmı (Dikelya,2.5 Mil ve Ağrotur,Piskobu bölgeleri- İNGİLİZ ÜSLER BÖLGESİ- hava,deniz limanlarıyla karayolları ve birçok bölge üzerinde de lojistik v.b kolaylıklara sahip olma hakkını,garanti ve İttifak anlaşmasına ek olarak sağlamıştır.) İngiltere’nin işgaline bırakılırken,İngiltere,Yunanistan ve Türkiye kurulan devletin garantörü oldular ve Kıbrıs’a alay düzeyinde askeri birlik çıkardılar.
Kıbrıs, böylece Emperyalist İngiltere'nin sömürgesinden Kıbrıs Cumhuriyeti'ne geçerken bağımsızlığını değil, bizzat ülkenin bir kısmını ve bağımsızlığını da emperyalist İngiltere ve ABD emperyalizminin yeni sömürgelerinden Türkiye ve Yunanistana teslim etmiştir.
Kıbrıs Cumhuriyeti devleti Kıbrıs Halklarının kendi geleceklerini belirleme haklarını kullanmalarının sonucu olmadığı gibi, tümünü kapsamamakta ve sadece Türkiye ile Yunanistan’ın egemenliğindeki halklara tabi kılınmaktaydı.
Kıbrıs halkları sadece iki halktan değil,Kıbrıs’ta içiçe birlikte yaşayan maronice,ermenice,latince,türkçe ve rumca konuşan halklardan oluşmaktadır.
1960 Ağustos ayında kurulan sözde bağımsız ama özünde bağımlı devlet,kuruluşundan çok kısa bir süre sonra emperyalistler, sömürgeci devletler ve işbirlikçilerin arasındaki paylaşım kavgaları, halkları yeniden birbirine kırdıran çatışmalara dönüştürülmüştür.Çatışmalar halkları birbirine düşmanlaştırırken,biryandan da türkleştirilmiş ve yunanlılaştırılmış burjuvaların egemenliği altında kendi kimlikleri yokedilmeye, asimile edilmeye çalışılmıştır. Azınlıktaki diğer halklar ise kendilerini koruma ve yaşamak amacıyla egemen olan burjuvazinin isteklerine boyun eğmişler ve asimilasyona karşı pasif direniş sürdürmüşlerdir.
Garantörlü “Cumhuriyet “ Paylaşımından Bölünerek Paylaşıma
Temmuz 74 ülkemiz Kıbrıs'ın yakın tarihinde acıların yaşandığı,halkların birbirinin canına kıydığı ve birbirinden zorla sınırlarla ayrıldığı,ülkenin bölündüğü ve herbir parçasının işgalci ve sömürgeciler tarafından fiilen işgal edilerek sömürgeleştirildiği bir aydır.
15 Temmuz 1974 Faşist Yunanistan Cuntasının Kıbrıs'taki Yunanlı Subayların komutasındaki Rum Milli Muhafız ordusuyla gerçekleştirdiği darbe ve bu darbeyi gerekçe göstererek 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kuruluş anlaşmalarının ekindeki İttifak ve Garanti Anlaşmalarına dayanarak Kıbrıs'a çıkarma yapmış ve doğu batı istikametinde adayı kuzey ve güney olmak üzere ikiye bölecek TC devletinin işgali gerçekleştirilmiştir.
20 Temmuz 74’teki TC devletinin Kıbrıs’ın kuzeyini işgali ile sonuçlanan emperyalistlerin(ABD,İNGİLTERE) adayı bölerek gerçekleştirdikleri operasyon kuzeydeki halklara özgürleşme olarak sunulmakta , güneydeki halklara ise sadece Türkiye’nin işgali olarak sunulmaktadır.
1974'ten 1980 12 Eylül askeri faşist darbesinin sivil faşist hükümete devrine kadar olan süreçde ülkemizin TC tarafından işgal altında tutulan bölgesine, Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki (Osmanlının işgal ettiği ülkeleri islamlaştırma ve kendi egemenliğini sağlamlaştırma için kendisine sadık nüfus taşıma işlemleri ) uygulamaların geliştirilmiş şekillerini uygulamıştır. Kuzeyden güneye kovulan müslüman olmayan türkçe konuşmayan Kıbrıshalkları yerine,yerlerine,malllarına el konularak ''GANİMETLEMİŞ'' ve Türkiye'den taşıdığı nüfusu yerleştirerek dağıtmıştır.Nüfus taşırken esas amaç olarak da , bir yandan türkçe konuşan halkı ''Kıbrıs Türkü " Kıbrıslı Türk" etnik tanımı içerisinde tutarken, yeterince de TÜRK ve İSLAM görmediğinden Türkleştirmeyi ve İslamlaştırmayı hedeflemiştir.
Aynı dönemde ve halen TC'nin işgali altındaki Karpaz bölgesi başta olmak üzere diğer yerleşim birimlerinde kalan müslüman olmayan türkçe konuşmayan halklar sistemli bir baskı,yıldırma ve benzeri baskılarla güneye kovulmaya devam edilmiş ve edilmektedir.
12 EYLÜL'ün Sömürgeleştirilen Kıbrıs'ın Kuzeyindeki İfadesi ,TC'NİN ‘’KKTC” ilanıdır!!!!
12 Eylül darbecileri yürütme yetkisinin birkısmını sivil faşist hükümete devrederken ABD emperyalistlerinin de onayı ile Kıbrıs'ın kuzeyindeki Sömürgeci işgal yönetimi olarak alt yönetimini oluşturan Kıbrıs'ın kuzeyindeki işbirlikçileri için Kuzey Kıbrıs'ı da ekleyerek isimlendirdiği yönetimine 15 Kasım 1983'te KaKaTeCe ismini vermiş ve bunu da (taşınan nüfus ve işbirlikçileri dahil) onaylatmıştır.
Türkiye'de 12 Eylül'le İthal İkameci Sanayileşme Modelinin terki ve yerine İhracata Dönük Sanayileşme modelinin konulması demek olan 24 Ocak 1980 kararlarının uygulanması için gereken ortamı hazırlandıktan sonra,Kıbrıs'ın kuzeyinde de buna uyum sağlama amacıyla engel oluşturabilecek her alana müdahale edilmiştir.
Bununla da yetinmeyerek Türkiye'deki 12 Eylül Anayasa'sının bir kopyası olan Sömürge Yönetimi anayasasını da işbirlikçileriyle birlikte onaylatmışlardır.
“KaKaTeCe” İŞGALCİ Sömürgeci Kontrgerilla Cumhuriyeti TC'nin Kıbrıs'taki Örtüsüdür.
Kıbrıs'ın kuzey yarısında işgalci TC'nin kontrolunda kurulan " Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti" TC devletinin bir devamı ve parçasıdır.Yani Kontrgerilla Cumhuriyetinin bir alt yönetimi olarak işlem görmektedir.
Çünkü Kıbrıs'ın kuzeyinde sömürgeci işgal yönetimini oluşturan KOORDİNASYON KURULU (Türkiye'deki MGK'nın alt birimidir.) ÜST ve ALT KOORDİNASYON Kurullarıyla egemenliği elde tutmaktadır. Bu kurullardan ÜST KOORDİNASYON KURULU MGK kararlarına uygun kararları almakta ve ALT KOORDİNASYON KURULU ise alınan kararların ''alt yönetim,acenta hükümet'' tarafından uygulanmasını yürütmektedir.Kısaca yürütmeden sorumludur.
*Kıbrıs'ın kuzeyindeki Sömürge Yönetimi TC MGK'sının Kıbrıs ayağı olanKoordinasyon Kurulu denilen yönetim organından oluşmuştur.
Koordinasyon Kurulu ;
Üst Koordinasyon kurulu üyeleriolan TC Lefkoşa Büyükelçisi,Kıbrıs'ın kuzeyin işgal altında tutan kolordunun 6 generali (Korgeneral,3 tümgeneral ve 2 tuğgeneral) ve alt koordinasyon üyeleri ile yerel idarenin “cumhurbaşkanı”ile “başbakanı”'ın katılımıyla olağan toplantıları ayda bir kez cumhurbaşkanlığında veya TC elçiliğinde;
ve ona bağlı ;
Alt Koordinasyon kurulu üyeleri olan TC Lefkoşa büyükelçiliği müsteşarı,Özel Kuvvetler Komutanlığına Bağlı Sivil Savunma Teşkilet Başkanı TSK'dan bir kurmay albay, TSK'ya bağlı Özel İstihbarat Başkanı (legal ismi olan Sivil İşler ve Halkla İlişkiler Başakanlığı ) bir kurmay albay, yerel idarenin “cumhurbaşkanı müsteşarı “ nın katılımı ile 15 günde bir toplanarak biryürütme organı olarak çalışmaktadır.
*Yerel İdarenin “ parlamanto=meclis” dedikleri yer ve içindeki işgalcininişbirlikçileri, TC devletinden (MGK) Koordinasyon kuruluna ve koordinasyon kurulundan alt koordinasyona ve ondan sonra başbakanlık üzerinden gelen yasa tasarılarını “yasalaştırarak” SÖMÜRGE VE İŞGALİN örtüldüğü yerdir.
Kıbrıs Sorunu , BOP ve Görüşmeler
Ülkemizin coğrafik yapısı ve bulunduğu coğrafya dikkate alındığı zaman (Ülkemizde yeraltı,yerüstü zenginlikleri emperyalistlerin iştahını kabartacak miktarda olmadığı için onların gözünde stratejik değeri önem kazanmaktadır), Ortadoğu ve Akdenizde egemenlik kurmak isteyen emperyalist kapitalist devletlerin Büyük Ortadoğu Projesi ve benzeri projelerini ( emperyalist projelerden biri de Avrupa Birliği'dir) gerçekleştirmek için stratejik öneme sahip ülkemizi egemenlikleri altında tutmak,kaybetmemek veya elde etmek için paylaşım savaşlarını, kavgalarını sürdürmektedirler. Amaçlarına ulaşmak için de her yolu mübah saymaktadırlar.
Bir yanda Emperyalist İngiltere,Bölgede güç olmak isteyen ABD emperyalistlerinin işbirlikçisi ve onu desteğinde AB'ye girmeye çalışan Türkiye ve işgalindeki bölge ve AB'nin içindeki Yunanistan'la onun işgalindeki bölge;
Diğer yanda birbirine kırdırılan düşmanlaştırılan ezilen Kıbrıs Halkları ve egemen ülkelerin halklarıyla, ortadoğu halkları.
Kıbrıs sorununu çözülmesini emperyalist kapitalist ülkelerin insafına bırakıyoruz. Sorunun kaynağı emperyalistler kapitalistler olduğunu,onların egemenliklerini sürdürmek ve ülke üzerindeki paylaşımlarını garantiye almak yada yeni haklar elde etme üzerine kurulu projelerinin bir parçası olarak önce böldükleri ada ve halklarını şimdi sözde birleştirme adına toplumlararası görüşmeleri destekliyor ve de önerileriyle de 'yardımcı' oluyorlar.
Görüşmelerle ilgili komitelerin hiçbirinde ülkenin bağımsızlığı için emperyalist,sömürgeci ilişkilerden kurtulma yönünde irade ve öneri dahi olmadığı;
Halkları şovenizmden arındıracak ve kardeşleştirecek somut irade ve çalışmaların olmadığı;
Ülke içindeki insan haklarını ve canlarını hedef almış, hedef alan her tür uygulama ve örgütlenmeyi hedef alan bir irade ve çalışmanın olmadığı;
Tam tersine mevcut emperyalist sömürge ilişkilerini sağlama alan ve yeni emperyalist AB'ın da çıkarlarını düzenlemeye çalışan bir görüşme sürecinden herkes payına birşeyler koparmaya çalışıyor.Emperyalistler ve onların işbirlikçilerinin çıkarlarının dengesi sağlanırsa bir anlaşma olur,ama yeniden bir paylaşım kavgasının başlamasına kadar süren bir anlaşma.
Böyle bir anlaşma da Burjuvazinin anlaşması olur,barışı olur.Ama ezilenlerin,halkların anlaşması ve barışı olmaz.
Peki böyle bir durumda Kıbrıs Halklarının gücü yetmiyor diye emperyalistlerin desteğinde yapılan görüşmelerin tarafı mı olmamız gerekir?
Hayır.
Ne yapmalı?
Bütün bunlar apaçık ortada iken İşgalci sömürge yönetiminin Anayasasının demokratikleştirlebileceğini savunanların kendilerini hala ilerici devrimci olarak Kıbrıs Halklarına yutturmaya çalışmaları siyasal ikiyüzlülüktür. Özeleştiri yaparak sömürgeci işgalcinin yüzünü teşhir edemeyenlerin DEVRİMCİ mücadele veremeyeceklerini deşifre etmenin zamanı gelmiş ve geçmektedir.
Kıbrıs'ta bağımsızlık,özgürlük ve sosyalizm için verilecek devrimci mücadele, genelde kuzey ve güneyin birlikte ortak mücadelesinden , özelde ise kuzeydeki ve güneydeki emperyalist ABD İngiltere'nin taşeronluğunu da yapan sömürgeci işgalciye/işgalcilere karşı ilkeli,tutarlı,tavizsiz bir sınıfsalörgütlenmenin önderliğindeki mücadeleden geçecektir.
Bu mücadele yürütülürken Kıbrıs devrimcileri olarak bağımsızlık ve sınıfsal mücadelenin önündeki engeller başta olmak üzere yaşadığımız alanlardan başlayarak ideolojik,teorik,pratik mücadele yükseltilmeli ve buna paralel olarak da eleştiri-özeleştiri mekanizması yaşama geçirilmelidir.
Bütün bunlar yapılmazsa,devrimcilikleri kendinden menkul kuzeydeki ve güneydeki kişiler/örgütlenmeler bir yandanemperyalizme,kapitalizme,sömürgeciliğe ve işgale karşı olduklarınısöyleyecekler ama somuta gelince kuzeydeki işgali görürken ne güneydeki nede ingiltere'ye üs olarak verilmiş bölgelerdeki işgali sömürgeciliği gözardı edilecek ve görmezden gelinecektir. Ve örneğin kuzeyde aynı zamandaİşgalci sömürge yönetiminin anayasasının demokratikleştirilmesi mücadelesini esas alacak çalışmalara ağırlık verilecek;Bu reformist düzeniçi muhalefet yürütenler , bu ''anayasanın'' yapılması için harcadıkları emekten sözederek demokratikleştirilebileceği umudunun kitleler arasında yayılmasına yardımcı olma konusunda hiçbir sakınca görmiyeceklerdir.
Güneyde ise KC'nin bağımsız ve tüm kıbrıs halklarına ait bir cumhuriyet olduğu yalanları ile işgalci TC'ye karşı kurtuluş için yunanistan komutasındaki RMMO'nun silahlandırılarak güçlendirilmesi savunulmaktadır.
Halkların mücadelelerinin önünün açılması için, bu devrimcilikleri kendinden menkullere karşı ideolojik mücadele yükseltilmelidir.
Ülkenin komünistlerinin,devrimcilerinin,demokratlarının , halkların kardeşliğini savunanların önlerine koyacakları en acil görev özelde ezilen ülke halklarının, işçi sınıfının, ezen ülkeler ve ortadoğudaki ülkelerinin, genelde dünya halklarıyla kardeşleşmesini ve işçi sınıfının birliğini teoriden pratiğe geçirecek örgütlenmeyi gerçekleştirmek olmalıdır.
KIBRIS HALKLARININ BAĞIMSIZLIK,ÖZGÜRLÜK VE SOSYALİZM CEPHESİ bu temelde örülmeli ve BAĞIMSIZLIK,ÖZGÜRLÜK VE SOSYALİZM MÜCADELESİ YÜKSELTİLMELİDİR.
KURTULUŞ EMPERYALİST ABD,AB,İNGİLTERE VE SÖMÜRGECİ YUNANİSTAN İLE TÜRKİYE’de DEĞİL,KIBRIS HALKLARININ ELLERİNDE.
BAĞIMSIZ KIBRIS.BÜTÜN HALKLAR KARDEŞTİR.
YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ VE İŞÇİLERİN BİRLİĞİ.
YAŞASIN KIBRIS HALKLARININ BAĞIMSIZLIK,ÖZGÜRLÜK VE SOSYALİZM CEPHESİ.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)