29 Şubat 2012 Çarşamba
DEVRİMCİ ÖRGÜT VE ÇALIŞMADA DEMOKRATİK MERKEZİYETÇİLİK
Devrimci bir parti ve örgüt ile çalışmanın en önemli özelliklerinden biridir Demokratik Merkeziyetçilik. Vazgeçilemez ve geleceğe ertelenemez nitel esaslarından biridir bu.Bir parti ,örgüt ya da onun militanlarının özlüce kavraması gereken konulardan biridir Demokratik Merkeziyetçilik. Demokratik Merkeziyetçiliğin esas olduğu iki tür örgüt vardır.Birisi düzen içinde yapılanmış Kitle Örgütleri,sendikalar,dernekler vs. Diğeri ise komünist devrimci parti yada örgüt.Bu ikisinde Demokratik Merkeziyetçilik temel ilkelerdendir.Ama her ikisinde uygulanma pratikleri ve içerikleri,öne çıkan özellikleri farklıdır. Bu temel ilke; Kitle örgütlerinde demokratik biçiminin öne çıktığı biçimiyle uygulanabilirken ve kesinlikle böyle olması gerekirken; komünist devrimci örgütte hele de faşizm-faşist diktatörlük koşullarında merkezi yönü daha ağır basan biçimiyle uygulanmaktadır, genel koşullar bunu zorlamaktadır.Peki Demokratik Merkeziyetçilik nedir ? Ne değildir ?
Demokratik Merkeziyetçilik, bir örgütün vazgeçilemezidir dedik. Demokratik Merkeziyetçiliğin iki ayağı vardır: Birisi Demokrasi, diğeri Merkeziyetçilik. Demokrasi dediğimizde aklımıza gelen her sorun, her karar,yapılması gereken her şeye demokratik bir biçimde katılım demektir. Aşağıdan yukarıya tüm kararların demokratik bir biçimde alınması, demokratik fikir,katılım ve fikri ile değiştirme özgürlüğünün teminatıdır. Elbette ki, içinde yer alınan örgütün niteliğine uygun bir biçimde.İçinde yer alınan örgütün niteliği, duruşu,içeriği doğrultusunda bir karar mekanizmasının aşağıdan yukarıya işletilmesidir Demokratik nitelik.Tüm üye ve katılımcılarının özgürce fikirlerini beyan etmesi ve fikirlerinin egemen olması mücadelesi vermesi esastır.Basit ,tek tek eylemlerden bütün olarak örgüt,yapı ve hareketin proğram,ilkelerine kadar bu ilkenin uygulanması esastır.Bu içerik , düzen içi Kitle örgütlerinde daha öne çıkan biçimiyle uygulanmak ve savunulmak zorundadır. Zira , bu ilke herkesin kendini ifade etme,kendini egemen hale getirme mücadelesinin özel ve önemli bir parçasıdır. Hele ki düzen içi anti-demokratik , gerici-sarı sendika ve dernek,örgütlerin durumu göz önüne alındığında, Demokrasinin bu örgütlerde en tutarlı savunucuları komünist devrimciler ile devrimci-demokratlar olmalıdır. Ama başından da belirttiğimiz ve altını kalınca çizdiğimiz üzere , kitle örgütlerinde ve parti-örgütte vazgeçilmez bir ilke olduğu unutulmadan. Hatta bu ilkenin sadece bugüne, kapitalizm ve kapitalizme karşı mücadelede değil; sosyalizm ve de uzun vadeli olarak komünizmde de vazgeçilemez ve önemli bir ilke olduğu unutulmadan. Zira sosyalizmden geriye dönüşte en çok bu ilkenin çiğnenmesi, bu ilkenin gereklerinin yerine getirilmemesi ve taban inisiyatifinin köreltilmesinin belirleyici bir yerde olduğunu söylesek sanırız abartmış sayılmayız.Zira kitle örgütlerinin ,parti yada komünist örgütün ast örgütleri gibi algılanması,onların sınıf öz bilincinin yok edilmesini ve nihayetinde partideki dejenerasyon ve olumsuzlukların olduğu gibi Kitle örgütü olan sendikalar ya da başka bir örgütün sınıf refleksini yok ettiği söylenebilir.
Demokrasi, kitle örgütlerinin vazgeçilemezi olduğu gibi komünist devrimci parti yada örgütün de vazgeçilemezidir.Parti ya da örgütün tüm söz,eylem,yetki ve kararlarının aşağıdan yukarıya alınması ve harekete geçirilmesi temel değerdedir. Zira bütün olarak sosyalizmin,özgürlüğün ve komünizmin kazanılması ve mücadelenin aşağıdan yukarıya,yukarıdan aşağıya sahiplenilip yaşama geçirilmesi, inancın çelikleştirilmesi ve kararlara sahip çıkılıp uygulanma iradesi bu ilkenin tutarlı,kararlı,ilkeli bir biçimde kavranması ve hayatta kan-can bulmasına bağlıdır.Demokrasi, herkesin kendini ifade edebilme ve bu ifadelerin yine örgütün genel çerçevesi içinde egemenliği mücadelesinin, uzun erimde sosyalizm ve komünizmin başarısının sırrı ve kilididir.
Merkeziyetçilik ilkesi, yine ister komünist devrimci parti yada örgütte; isterse de Kitle örgütlerinde yine vazgeçilemez ilkelerden biridir.Demokratik bir biçimde,katılımcı,herkesin kendi fikir ve düşüncelerini ifade edip egemen kılmaya çalıştığı,ister oyla ister genel eğilimle tespit-karar alınan bir sürecin sonunda eylemin tek gerçek olduğundan hareketle, eylem birliğinin sağlanmasına dönük olarak temel bir öğedir.Bir kez demokratik biçimde alınan kararın uygulanmasına tüm fikir ve düşünce sahiplerinin katılımı ve eylem birliğinin sağlanmasına yarayan bir esastır. Yani karar alındıktan sonra; her kesim ve düşünce ve de insanın bu eylemin başarısı için mücadele etmesi gereğini işaret eden bir ilkedir. Yani , bir örgütü örgüt yapan ve birlikte-ortak hedefler uğruna mücadeleyi sağlayan temel bir ilkedir.Devrimci eylem birliğinin temelidir.Merkeziyetçilik, bir kez karar alındıktan sonra, artık kararın tartışılmadığı ve eylem yada kararın amacı bitene kadar sorunun gündemde olmadığı, eylem sonrası ise tartışılmasının güvencesidir.Eylem anında, kararlar tartışılmaz.Alınan kararın niteliği,duruşu,durumu tartışılmaz; eylem sonrasına bırakılır. Birlikte hareketin güvencesi olan ilke tüm bir örgütler yapısının temel güvencesi ve teminatıdır.
Bir örgütte , hangi nitelikte olursa olsun Demokratik Merkeziyetçilik esas ilkelerden biridir.Demokratik Merkeziyetçilik, bir örgütün ortak amaç ve ideallerinin birlikte-beraber , ortak eylem ile yaşamda can ve kan bulacağı temel dinamiktir.Önce demokratik biçimde kararların alındığı, sonrasında ise çelikten bir disiplinle yaşama geçirilmesinin ifadesidir bu ilke. Bu ilke olmadan yaşamın değiştirilip dönüştürülmesi,var olanın yerine yenisinin konulması mücadelesinin başarı şansı yoktur. Hangi tipte örgüt olursa olsun, örgütsel bütünlük,güvenlik ve başarısının temelidir Demokratik Merkeziyetçilik.
Demokratik Merkeziyetçiliğin, kitler örgütlerindeki biçiminde Demokrasi yönü ağır basarken; komünist devrimci örgütte ikincisi öne çıkmaktadır.Zira açık,düzen içi örgütlerde yani Kitle örgütlerinde elden geldiğince geniş bir kitlenin kararlara,geleceğe karşı alınan eylem perspektiflerine katılımı ,demokratik bilinç ve örgütlenme anlayışının yerleştirilmesi açısından ve de kararların uygulanmasındaki genişlik açısından şarttır. Ama beri yandan , komünist devrimci bir örgütte ise , doğal olarak ülke genel koşullarının belirleyiciliği ister istemez demokratik katılımı sınırlayabilmektedir. Faşist rejimlerin hüküm sürdüğü,sürekli bir takip ve kovuşturmanın olduğu koşullarda ister istemez demokratik toplantı,illegalitenin koşulları gereği sınırlı olabiliyor. Konferans ve kongreler , militan mücadelenin gereği ister istemez yasa dışı koşullarda olmak zorunluluğunu getiriyor. Ve de katılımın oldukça sınırlı olması gereken toplantılar olmasını koşulluyor. Ya da ister istemez, çeşitli sorunlara müdahalede faşizm koşullarında çoğunda merkezden çevreye bir yayılma olmak zorunda kalıyor.
Bu durum komünist devrimci örgüt tarafından kabul edilemez olsa da; koşulların dayattığı bir zorunluluktur. Yine de elden geldiğince , sıradan eylemlerden stratejik ve taktik tüm sorunların tartışıldığı toplantılara kadar tüm hareketi ilgilendiren konularda demokratik katılım esas alınmak zorundadır.Kesinlikle emperyalist kapitalizm ile onun yönetimsel tercihlerinin zorunlu bir sonucu olan bu durum mutlak olmadığı gibi, kesinlikle koşullar gereği ve nihayetinde istemediğimiz halde dayatılan bir durumdur.
Demokratik Merkeziyetçilik ilkesi, ister sıradan bir Kitle Örgütünün, isterse de Komünist Devrimci bir örgütün vazgeçilemez ilkelerinden biridir ve en önemlilerinden biridir.Bu ilkenin ruhuna uygun bir biçimde yaşama geçirilmesi, her örgüt açısından yaşamsal öneme sahiptir.
http://ateshirsizi.com
23 Şubat 2012 Perşembe
"8 MART TARİHİ İŞÇİ KADININ YAZDIĞI TARİHTİR"
"8 MART TARİHİ İŞÇİ KADININ YAZDIĞI TARİHTİR"
Yüz binlerce kadın 15-16 saati bulan çalışma sürelerinin ağırlığı altında eziliyor,insanlık dışı koşullarda çalıştırılıyor ve erkeklerden daha düşük ücret alıyordu
* 8 Mart 1857'de kırk bin dokuma işçisi, ABD'nin New York kentinde daha iyi çalışma koşulları talebiyle bir tekstil fabrikasında greve çıktı.
* Polis işçilere saldırdı,işçileri fabrikaya kilitledi.Çıkan yangında çoğu kadın 129 işçi yaşamını yitirdi.
* Katledilen işçilerin cenaze töreni sömürüye,kapitalizme karşı yığınsal gösteriye dönüştü.
* 26-27 Ağustos tarihinde II. Enternasyonale bağlı, Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı toplantısında, Alman komünist Clara Zetkin, 8 Mart 1910'de tekstil fabrikasında katledilen kadın işçiler anısına, 8 Mart'ın Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanması önerisi oy birliğiyle kabul edildi...
*İlkez 1911 yılnda kutlanan 8 Mart "Dünya emekçi Kadınlar Günü" New York ta emek mücadelesi verirken yangında yaşamını yitiren kadın işçilere adandı.
Yani bu yıl 8 Martın ilenının 102 nci,kadın işçilerin yaşamını yitirmesinin 155 yılı.
* İlk 8 Mart, III. Uluslararası Kadınlar konferansında 1921'de Moskava'da Emekçi Kadınlar günü olarak ilkeleşti.
* 8 Mart Kapitalist ülkelerde uzun yıllar yasaklandı.
* 1960'lar dan sonra Amerikan işçi sınıfının ısrarlı çabalarıyla daha güçlü gündeme geldi.
* 16 Mart 1977 tarihinde BM'ler 8 Mart'ı "Dünya Kadınlar Günü" olarak kabul etmek zorunda kaldı.Ama katledilen işçiler unutturulmaya çalışılarak sınıf mücadele içeriği gizlenmeye çalışıldı.
* Türkiye'de 8 Mart, ilk kez 1921'de kutlandı.
* Uzun süren yasaklamalardan sonra 1975 yılında daha yaygın kutlanmaya başlandı.
* Dönemin kadın örgütü İlerici Kadınlar Derneği'nin (İKD) etkin mücadelesi ile, 8 Mart etkinlikleri sokağa taşarak kitlesel boyut kazandı.
* 12 Eylül 1980 faşist darbeden sonra 8 Martlar yasaklandı. 1984'den sonra sınıf mücadelesindeki önemi çarpıtılmaya çalışılsa da tekrar kutlanmaya başlandı.
* Günümüzde kapitalistlerin BM'lerin, 8 Mart'ın sınıf temelli içeriğini boşaltmaya yönelik sıradan gün biçimine dönüştürme girişimlerine rağmen, Ülkemiz işçi sınıfı,Emekçi kadınlar sınıf mücadelesi içinde 8 Mart mücadele geleneğini sürdürüyor.
* Dünyada kadına karşı şiddet yaygın bir şekilde sürüyor.
* Doğarken bile kız çocukları erkek çocuklarına göre geleneksel değerlere göre eşit değil.
* Fuhuş yoluyla köleleştirilen kadınlar kapitalizmin önemli kazanç kapısı.
* Kadınların üçte biri ya dövülüyor, ya zorla cinsel ilişkite zorlanıyor.
* Dinsel kültürel nedenlerle dünyada bir çok kadının genital organlarına zarar veriliyor.
* Savaşların en önemli mağdurları kadınlar.
* İş ve hizmetlerin % 50'sinden fazlası kadınlar tarafından üretiliyor.
* Buna karşın toplam gelirin % 8'ine sahipler.Mal varlıkları ise % 2'nin altında.
* Türkiye'de kadınların % 48'i eşleri tarafından dövülüyor.
* % 60'a yakını evliliklerinin ilk gününde şiddet görüyor
* Aile içi suçların % 90'ı kadına karşı işleniyor.
" Eğer siz komünistler, kadınları devrimci kampa katamazsınız, burjuva partileri gericiler kadınları karşı devrim kampında toplayacaktır..."
"Eğer kadın erkekle birlikte tam toplumsal hak eşitliğine sahip olacaksa -kağıt üzerinde değil, pratikte sahip olacaksa- o da tıpkı erkek gibi tam bir insan olarak özgürce gelişme ve etkinlikte bulunma olanağına kavuşacaksa, şu iki temel koşulun yerine gelmesi gerekir: Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması ve yerine toplumsal mülkiyetin geçirilmesi, kadın faaliyetiyle, sömürünün ve köleliğin olmadığı, bir toplumsal üretimde yer alması..."
CLARA ZETKİN--
DÜNYANIN YARISI KADIN.....
SÖMÜRÜYE, ŞİDDETE, AYRIMCILIĞA KARŞI,
- İŞ YERİNDE
-SOKAKTA
-DİRENİŞTE
-EVDE
-YAŞAMIN HER YERİNDE...
HER GÜN 8 MART HER GÜN MÜCADELE..
*YAŞASIN 8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ*
Yüz binlerce kadın 15-16 saati bulan çalışma sürelerinin ağırlığı altında eziliyor,insanlık dışı koşullarda çalıştırılıyor ve erkeklerden daha düşük ücret alıyordu
* 8 Mart 1857'de kırk bin dokuma işçisi, ABD'nin New York kentinde daha iyi çalışma koşulları talebiyle bir tekstil fabrikasında greve çıktı.
* Polis işçilere saldırdı,işçileri fabrikaya kilitledi.Çıkan yangında çoğu kadın 129 işçi yaşamını yitirdi.
* Katledilen işçilerin cenaze töreni sömürüye,kapitalizme karşı yığınsal gösteriye dönüştü.
* 26-27 Ağustos tarihinde II. Enternasyonale bağlı, Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı toplantısında, Alman komünist Clara Zetkin, 8 Mart 1910'de tekstil fabrikasında katledilen kadın işçiler anısına, 8 Mart'ın Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanması önerisi oy birliğiyle kabul edildi...
*İlkez 1911 yılnda kutlanan 8 Mart "Dünya emekçi Kadınlar Günü" New York ta emek mücadelesi verirken yangında yaşamını yitiren kadın işçilere adandı.
Yani bu yıl 8 Martın ilenının 102 nci,kadın işçilerin yaşamını yitirmesinin 155 yılı.
* İlk 8 Mart, III. Uluslararası Kadınlar konferansında 1921'de Moskava'da Emekçi Kadınlar günü olarak ilkeleşti.
* 8 Mart Kapitalist ülkelerde uzun yıllar yasaklandı.
* 1960'lar dan sonra Amerikan işçi sınıfının ısrarlı çabalarıyla daha güçlü gündeme geldi.
* 16 Mart 1977 tarihinde BM'ler 8 Mart'ı "Dünya Kadınlar Günü" olarak kabul etmek zorunda kaldı.Ama katledilen işçiler unutturulmaya çalışılarak sınıf mücadele içeriği gizlenmeye çalışıldı.
* Türkiye'de 8 Mart, ilk kez 1921'de kutlandı.
* Uzun süren yasaklamalardan sonra 1975 yılında daha yaygın kutlanmaya başlandı.
* Dönemin kadın örgütü İlerici Kadınlar Derneği'nin (İKD) etkin mücadelesi ile, 8 Mart etkinlikleri sokağa taşarak kitlesel boyut kazandı.
* 12 Eylül 1980 faşist darbeden sonra 8 Martlar yasaklandı. 1984'den sonra sınıf mücadelesindeki önemi çarpıtılmaya çalışılsa da tekrar kutlanmaya başlandı.
* Günümüzde kapitalistlerin BM'lerin, 8 Mart'ın sınıf temelli içeriğini boşaltmaya yönelik sıradan gün biçimine dönüştürme girişimlerine rağmen, Ülkemiz işçi sınıfı,Emekçi kadınlar sınıf mücadelesi içinde 8 Mart mücadele geleneğini sürdürüyor.
* Dünyada kadına karşı şiddet yaygın bir şekilde sürüyor.
* Doğarken bile kız çocukları erkek çocuklarına göre geleneksel değerlere göre eşit değil.
* Fuhuş yoluyla köleleştirilen kadınlar kapitalizmin önemli kazanç kapısı.
* Kadınların üçte biri ya dövülüyor, ya zorla cinsel ilişkite zorlanıyor.
* Dinsel kültürel nedenlerle dünyada bir çok kadının genital organlarına zarar veriliyor.
* Savaşların en önemli mağdurları kadınlar.
* İş ve hizmetlerin % 50'sinden fazlası kadınlar tarafından üretiliyor.
* Buna karşın toplam gelirin % 8'ine sahipler.Mal varlıkları ise % 2'nin altında.
* Türkiye'de kadınların % 48'i eşleri tarafından dövülüyor.
* % 60'a yakını evliliklerinin ilk gününde şiddet görüyor
* Aile içi suçların % 90'ı kadına karşı işleniyor.
" Eğer siz komünistler, kadınları devrimci kampa katamazsınız, burjuva partileri gericiler kadınları karşı devrim kampında toplayacaktır..."
"Eğer kadın erkekle birlikte tam toplumsal hak eşitliğine sahip olacaksa -kağıt üzerinde değil, pratikte sahip olacaksa- o da tıpkı erkek gibi tam bir insan olarak özgürce gelişme ve etkinlikte bulunma olanağına kavuşacaksa, şu iki temel koşulun yerine gelmesi gerekir: Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması ve yerine toplumsal mülkiyetin geçirilmesi, kadın faaliyetiyle, sömürünün ve köleliğin olmadığı, bir toplumsal üretimde yer alması..."
CLARA ZETKİN--
DÜNYANIN YARISI KADIN.....
SÖMÜRÜYE, ŞİDDETE, AYRIMCILIĞA KARŞI,
- İŞ YERİNDE
-SOKAKTA
-DİRENİŞTE
-EVDE
-YAŞAMIN HER YERİNDE...
HER GÜN 8 MART HER GÜN MÜCADELE..
*YAŞASIN 8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ*
FRANSA'da , 68 yıl önce bugün faşistlerce idam edilen Adıyamanlı Ermeni direnişçi Manuşyan
Paris’teki silahlı eylemlerin, Nazilere karşı bombalı saldırıların, sabotajların önemli bir kısmını Manuşyan’ın ufak komandosu gerçekleştirmiştir.
Bir Fransız işbirlikçisinin ihbar etmesi sonucunda yirmiüç yoldaşıyla birlikte yakalanırlar.
Ağır işkenceler uğrar. Ser verir, sır vermez.
Nazi işgal ordularına verdirdiği kayıplardan dolayı Hitler, mahkemesini özel olarak takip etmekte, bilgi almaktadır..
Uyduruk işgal mahkemesine çıkar.
Önce Almanlara doğru dönerek:
“Size söyleyecek hiç bir şeyim yok. Ben size karşı koyup savaşarak görevimi yaptım. Yaptığım hiçbir şeyden pişman değilim. Şimdi, rolünü oynama sırası sizde: Elinizdeyim!”
“Size söyleyecek hiç bir şeyim yok. Ben size karşı koyup savaşarak görevimi yaptım. Yaptığım hiçbir şeyden pişman değilim. Şimdi, rolünü oynama sırası sizde: Elinizdeyim!”
Sonra, Fransızlara dönerek:
“Fakat size gelince, sizler Fransızsınız. Biz Fransa için, bu ülkenin kurtuluşu için savaştık. Sizse vicdanınızı ve ruhunuzu düşmana sattınız. Siz Fransız uyruğunu miras aldınız, bizse bu uyruğu hak ettik!”
Adıyamanlı Manuşyan
“Size söyleyecek hiç bir şeyim yok. Ben size karşı koyup savaşarak görevimi yaptım. Hiçbir şeyden pişman değilim"

21 Şubat Ermeni komünist, militan bir özgürlük tutkunu, engel tanımayan bir antifaşist ve çocukluğundan beri mücadele içinde geçmiş ölümü de bu kavga uğruna gözünü kırpmadan kucaklayan onurlu bir devrim savaşçısının ölüm günü.
Misak Manuşyan 68 yıl önce bugün, 21 Şubat 1944'te Naziler tarafından kurşuna dizilmişti.
2010 yılında onunla ilgili bir kitap tanıtımı vesilesiyle yayınladığımız yaşam öyküsü ve mücadelesini buraya bir kez daha taşıyoruz.Aras Yayıncılık tarafından yayınlanan Manuşyan: Bir Özgürlük Tutsağı, Tehcir’den göçmenliğe, II. Dünya Savaşı’ndan faşizme, tarih çarkının bireyi öğüten onca sivri dişlisi üzerinde yükselen bir yoldaşlık öyküsü… II. Dünya Savaşı yıllarında, işgal altındakiParis’te, faşizme karşı verilen direniş mücadelesinin liderlerinden Misak Manuşyan’ın yaşamı… Aşkı özgürlükten, inancı mücadeleden ayırmayan bir partizanın ölüm mangası karşısında sonlanan kavgası… Umutların, hayal kırıklıklarının, şüphelerin ve korkuların da olanca çıplaklığıyla gözler önüne serildiği bir anlatı….
Dostu, sevgilisi ve yoldaşı Meline Manuşyan’ın kaleminden…
Misak Manuşyan’ın 1906’da Adıyaman’da başlayan hayatı, I. Dünya Savaşı’nın, İspanya İç Savaşı’nın, komünizm düşmanlığının ve otoriter rejimlerin Fransa’ya savurduğu binlerce “yabancı”nınkiyle, Paris’te kesişiyor. Dilini bilmediği, sokaklarını tanımadığı bu şehirde, Manuş’un şiiri, müziği, edebiyatı elden bırakmadan kültürünü yaşatma çabası, zamanla tüm halkların özgürlüğünü koruma mücadelesine, insanları yaşatma mücadelesine dönüşüyor.
Nazilerin Fransa’yı işgâl etmesi sonrasında yeraltındaki komünist örgütlenmeye katılan Manuşyan bir süre tutuklu kalır, serbest bırakılması ertesinde militan çalışmalarına devam eder. Komünist Partisi’nin Nazi işgaline karşı silahlı mücadele vermek için oluşturduğu Partizan birliklerinin (FTP) Fransa’daki yabancılardan kurulan yan örgütü Göçmenlerin El Emeği’ne (MOI) katılan Manuşyan, bir süre sonra Paris direnişinin önderleri arasına girer.
FTP-MOI üyelerinin önemli bir kısmı Doğu Avrupa’daki toplama kamplarından kaçan Yahudiler ile Franco faşizminden kaçan İspanyollardan oluşuyordu. Üyelerinin çoğunun Yahudi olması, FTP-MOI’nın diğer direniş topluluklarından çok daha yüksek bir gizlilikte çalışmasını gerektiriyordu. Üyelerinin çok önemli bir kısmının Fransa’ya gelmeden önce İspanya iç savaşına katılmış veya Doğu Avrupa’daki Nazilerin elinden kaçmayı başarmış kişiler olması da, FTP-MOI’nın yeraltı çalışmasını bilen, direniş tecrübesi yüksek, askerî eğitimleri yeterli bir kadro birikimine dayanmasını sağlamıştı.
Fransız Komünist Partisi tarafından örgütleniyorsa da doğrudan doğruya Komünist Enternasyonal’e bağlı çalışan ve direktifleri oradan alan FTP-MOI, bu özellikleri sayesinde direnişin askerî cephesinin bel kemiğini oluşturmuştu.
Paris’teki silahlı eylemlerin, Nazilere karşı bombalı saldırıların, sabotajların önemli bir kısmını Manuşyan’ın ufak komandosu gerçekleştirmiştir.
Bir Fransız işbirlikçisinin ihbar etmesi sonucunda yirmiüç yoldaşıyla birlikte yakalanırlar.
Ağır işkenceler uğrar. Ser verir, sır vermez.
Nazi işgal ordularına verdirdiği kayıplardan dolayı Hitler, mahkemesini özel olarak takip etmekte, bilgi almaktadır..
Uyduruk işgal mahkemesine çıkar.
Önce Almanlara doğru dönerek:
“Size söyleyecek hiç bir şeyim yok. Ben size karşı koyup savaşarak görevimi yaptım. Yaptığım hiçbir şeyden pişman değilim. Şimdi, rolünü oynama sırası sizde: Elinizdeyim!”
Sonra, Fransızlara dönerek:
“Fakat size gelince, sizler Fransızsınız. Biz Fransa için, bu ülkenin kurtuluşu için savaştık. Sizse vicdanınızı ve ruhunuzu düşmana sattınız. Siz Fransız uyruğunu miras aldınız, bizse bu uyruğu hak ettik!” diyerek Cezayir ve Londra Radyolarında da yayınlanan o müthiş konuşmasını yapar.
Hepsi farklı milletlerden olan yirmiüçler ölüme mahkum edilirler.
Mahkeme başkanı, onlara af dilemeyi düşünüp düşünmediklerini sorar. Bunun üzerine bütün yoldaşları Manuşyan’a dönerek hep birlikte “HAYIR!” derler.

21 Şubat 1944 tarihinde kurşuna dizilirler.
Manuşyan grubunun yirmiüç üyesi…
Celestino Alfonso (İspanyol, 27)
Olga Bancic (Romanyalı, 32)
Joseph Boczov (Macar, 38)
Georges Cloarec (Fransız, 20)
Rino Della Negra (İtalya, 19)
Thomas Elek (Macar, 18)
Maurice Fingercwejg (Polonyalı, 19)
Spartaco Fontano (İtalyan, 22)
Emeric Glasz (Macar, 42)
Jonas Geduldig (Polonyalı, 26)
Léon Goldberg (Polonyalı, 19)
Szlama Grzywacz (Polonyalı, 34)
Stanislas Kubacki (Polonyalı, 36)
Arpen Tavitian (Ermeni, 44)
Césare Luccarini (İtalyan, 22)
Missak Manouchian (Ermeni, 37)
Marcel Rayman (Polonyalı, 22)
Roger Rouxel (Fransız, 18)
Antoine Salvadori (İtalyan, 43)
Willy Szapiro (Polonyalı, 29)
Amédéo Usséglio (İtalyan, 32)
Wolf Wajsbrot (Polonyalı, 18)
Robert Witchitz (Fransız, 19)
Tutuklananlardan yirmiiki kişi 1944 yılında öldürüldü. İçlerinde tek kadın olan Olga Bancic Stuttgart’a gönderilerek 10 Mayıs 1944′de giyotinle öldürüldü.
Aras Yayıncılık, bu güzel ve yiğit Misak’ın karısı Mélinée tarafından kaleme alınan hayatını, “Bir özgürlük tutsağı Manuşyan” adıyla yayınladı. Bu kitapta, onun destan gibi yaşanan 37 yıllık yaşamıyla birlikte, kurşuna dizilmeden önce karısına yazdığı “Canım Meline’m, sevgili küçük yetimim…” diye başlayan mektubunu da okuyabilirsiniz.
Kitaptan:
Fresnes Hapishanesi’nde geçirdikleri üç ay boyunca, 23’ler uzun uzun sorgulanır, yani işkence görürler. Yargılanmaları sırasında taşıdıkları yara izleri de bunu kanıtlar. Sorgulamalarda, eylemlerinden ve bunları niçin yapmış olduklarından başka bir şey söylemezler. Pişman olduklarına dair tek bir söz çıkmaz ağızlarından; aksine, sırf görevlerini yerine getirdiklerini söylerler. Her biri, onları harekete geçiren ortak nedenlerin yanı sıra, kendi özel gerekçelerini açıklar. Mesela Yahudiler, onları toptan ortadan kaldırmak isteyen Nazi barbarlığına karşı kendilerini savunduklarını; Ermeniler, Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanların onayıyla katledilmiş halklarının özgürlüğünü korumak için savaştıklarını; İspanyollar, ülkelerinde ortalığı kasıp kavuran faşizme karşı çarpıştıklarını; İtalyanlar, Hitler’in müttefiki Mussolini tarafından kovuldukları memleketlerine dönebilmek amacıyla silaha sarıldıklarını; Polonyalılar, Hitler’in haritadan sildiği vatanlarının yok olmaması için mücadele ettiklerini belirtirler. Hepsi de, işgalci Nazilere karşı halklarıyla omuz omuza savaşırken, kendilerine kucak açmış olan Fransa’ya karşı görevlerini yerine getirdiklerini söylerler.
“Caniler Ordusu” diye teşhir ettikleri kırmızı bir afişte “Bunlar mı Fransız?” diye soruluyor, onların Romen, Macar, Yahudi, Ermeni, İtalyan, İspanyol olmasına vurgu yapılıyor. Kızıl Afiş olarak ünlenen bu posterden Naziler 15 bin adet bastırıp dağıtmıştır.
KIZIL AFİŞ
İstediğiniz ne zaferdi ne gözyaşı,
Ne hüzünlü org ne papazın son duası.
On bir yıl nedir ki on bir yıl…
Yaptığınız kullanmaktı silahlarınızı:
Ölüm gözünü kamaştırmaz Partizanın.
Asıldı yüzleriniz kentlerimizin duvarlarına,
Gece ve sabah karasıydınız, korkutucu, süzgün.
Bir afiştiniz, kızıl bir kan lekesi gibi,
Adlarınızı bile söylemek öylesine güçtü ki,
Gelip geçende dehşet etkisi yaratın istediler.
Sizi kimse Fransız olarak görmez gibiydi,
Gün boyu bakmadan geçti gitti insanlar.
Kimi parmaklar durmadı ama karartmada
‘FRANSA İÇİN ÖLDÜLER’ yazdı resimlerinizin altına
Bambaşka bir sabaha o gün başlayan
Tekdüze rengi vardı bir şeyde kırağının,
Şubat sonuydu, son anlarınızdı,
Sizlerden biri konuştu sessiz sakin:
Herkese mutluluklar,
Geride kalan herkese mutluluklar!
Ölürken kin yok içimde ey Alman halkı
Elveda zevk ve acı.
Elveda güller, elveda hayat, elveda rüzgar ve aydınlık!
Ve sen evlen mutlu ol sık sık düşün beni,
Bir gün bütün güzelliklerin arasında olacaksın,
Herşey sona erdiğinde Erivan’da.
Görkemli kış güneşi tepeyi aydınlatıyor :
Doğa o denli güzel ve yüreğim öyle yanıyor ki!
Zafer dolu adımlarımızı izleyecek adalet…
Melinee’m, ey aşkım, ey yetimim benim!
Sana yaşamanı, çocuk doğurmanı söylemek isterdim…
Tüfekler çiçek açtığında yirmi üç kişiydiler
Vaktinden önce canını veren yirmi üç kişi
Yirmi üç yabancı, ama yirmi üç kardeş
Yaşamı uğruna ölecek kadar seven yirmi üç kişi
Düşerken toprağa “FRANSA” diye haykıran yirmi üç KİŞİ..
LUIS ARAGON
“Size söyleyecek hiç bir şeyim yok. Ben size karşı koyup savaşarak görevimi yaptım. Hiçbir şeyden pişman değilim"
21 Şubat Ermeni komünist, militan bir özgürlük tutkunu, engel tanımayan bir antifaşist ve çocukluğundan beri mücadele içinde geçmiş ölümü de bu kavga uğruna gözünü kırpmadan kucaklayan onurlu bir devrim savaşçısının ölüm günü.
Misak Manuşyan 68 yıl önce bugün, 21 Şubat 1944'te Naziler tarafından kurşuna dizilmişti.
2010 yılında onunla ilgili bir kitap tanıtımı vesilesiyle yayınladığımız yaşam öyküsü ve mücadelesini buraya bir kez daha taşıyoruz.Aras Yayıncılık tarafından yayınlanan Manuşyan: Bir Özgürlük Tutsağı, Tehcir’den göçmenliğe, II. Dünya Savaşı’ndan faşizme, tarih çarkının bireyi öğüten onca sivri dişlisi üzerinde yükselen bir yoldaşlık öyküsü… II. Dünya Savaşı yıllarında, işgal altındakiParis’te, faşizme karşı verilen direniş mücadelesinin liderlerinden Misak Manuşyan’ın yaşamı… Aşkı özgürlükten, inancı mücadeleden ayırmayan bir partizanın ölüm mangası karşısında sonlanan kavgası… Umutların, hayal kırıklıklarının, şüphelerin ve korkuların da olanca çıplaklığıyla gözler önüne serildiği bir anlatı….
Dostu, sevgilisi ve yoldaşı Meline Manuşyan’ın kaleminden…
Misak Manuşyan’ın 1906’da Adıyaman’da başlayan hayatı, I. Dünya Savaşı’nın, İspanya İç Savaşı’nın, komünizm düşmanlığının ve otoriter rejimlerin Fransa’ya savurduğu binlerce “yabancı”nınkiyle, Paris’te kesişiyor. Dilini bilmediği, sokaklarını tanımadığı bu şehirde, Manuş’un şiiri, müziği, edebiyatı elden bırakmadan kültürünü yaşatma çabası, zamanla tüm halkların özgürlüğünü koruma mücadelesine, insanları yaşatma mücadelesine dönüşüyor.
Nazilerin Fransa’yı işgâl etmesi sonrasında yeraltındaki komünist örgütlenmeye katılan Manuşyan bir süre tutuklu kalır, serbest bırakılması ertesinde militan çalışmalarına devam eder. Komünist Partisi’nin Nazi işgaline karşı silahlı mücadele vermek için oluşturduğu Partizan birliklerinin (FTP) Fransa’daki yabancılardan kurulan yan örgütü Göçmenlerin El Emeği’ne (MOI) katılan Manuşyan, bir süre sonra Paris direnişinin önderleri arasına girer.
FTP-MOI üyelerinin önemli bir kısmı Doğu Avrupa’daki toplama kamplarından kaçan Yahudiler ile Franco faşizminden kaçan İspanyollardan oluşuyordu. Üyelerinin çoğunun Yahudi olması, FTP-MOI’nın diğer direniş topluluklarından çok daha yüksek bir gizlilikte çalışmasını gerektiriyordu. Üyelerinin çok önemli bir kısmının Fransa’ya gelmeden önce İspanya iç savaşına katılmış veya Doğu Avrupa’daki Nazilerin elinden kaçmayı başarmış kişiler olması da, FTP-MOI’nın yeraltı çalışmasını bilen, direniş tecrübesi yüksek, askerî eğitimleri yeterli bir kadro birikimine dayanmasını sağlamıştı.
Fransız Komünist Partisi tarafından örgütleniyorsa da doğrudan doğruya Komünist Enternasyonal’e bağlı çalışan ve direktifleri oradan alan FTP-MOI, bu özellikleri sayesinde direnişin askerî cephesinin bel kemiğini oluşturmuştu.
Paris’teki silahlı eylemlerin, Nazilere karşı bombalı saldırıların, sabotajların önemli bir kısmını Manuşyan’ın ufak komandosu gerçekleştirmiştir.
Bir Fransız işbirlikçisinin ihbar etmesi sonucunda yirmiüç yoldaşıyla birlikte yakalanırlar.
Ağır işkenceler uğrar. Ser verir, sır vermez.
Nazi işgal ordularına verdirdiği kayıplardan dolayı Hitler, mahkemesini özel olarak takip etmekte, bilgi almaktadır..
Uyduruk işgal mahkemesine çıkar.
Önce Almanlara doğru dönerek:
“Size söyleyecek hiç bir şeyim yok. Ben size karşı koyup savaşarak görevimi yaptım. Yaptığım hiçbir şeyden pişman değilim. Şimdi, rolünü oynama sırası sizde: Elinizdeyim!”
Sonra, Fransızlara dönerek:
“Fakat size gelince, sizler Fransızsınız. Biz Fransa için, bu ülkenin kurtuluşu için savaştık. Sizse vicdanınızı ve ruhunuzu düşmana sattınız. Siz Fransız uyruğunu miras aldınız, bizse bu uyruğu hak ettik!” diyerek Cezayir ve Londra Radyolarında da yayınlanan o müthiş konuşmasını yapar.
Hepsi farklı milletlerden olan yirmiüçler ölüme mahkum edilirler.
Mahkeme başkanı, onlara af dilemeyi düşünüp düşünmediklerini sorar. Bunun üzerine bütün yoldaşları Manuşyan’a dönerek hep birlikte “HAYIR!” derler.
21 Şubat 1944 tarihinde kurşuna dizilirler.
Manuşyan grubunun yirmiüç üyesi…
Celestino Alfonso (İspanyol, 27)
Olga Bancic (Romanyalı, 32)
Joseph Boczov (Macar, 38)
Georges Cloarec (Fransız, 20)
Rino Della Negra (İtalya, 19)
Thomas Elek (Macar, 18)
Maurice Fingercwejg (Polonyalı, 19)
Spartaco Fontano (İtalyan, 22)
Emeric Glasz (Macar, 42)
Jonas Geduldig (Polonyalı, 26)
Léon Goldberg (Polonyalı, 19)
Szlama Grzywacz (Polonyalı, 34)
Stanislas Kubacki (Polonyalı, 36)
Arpen Tavitian (Ermeni, 44)
Césare Luccarini (İtalyan, 22)
Missak Manouchian (Ermeni, 37)
Marcel Rayman (Polonyalı, 22)
Roger Rouxel (Fransız, 18)
Antoine Salvadori (İtalyan, 43)
Willy Szapiro (Polonyalı, 29)
Amédéo Usséglio (İtalyan, 32)
Wolf Wajsbrot (Polonyalı, 18)
Robert Witchitz (Fransız, 19)
Tutuklananlardan yirmiiki kişi 1944 yılında öldürüldü. İçlerinde tek kadın olan Olga Bancic Stuttgart’a gönderilerek 10 Mayıs 1944′de giyotinle öldürüldü.
Aras Yayıncılık, bu güzel ve yiğit Misak’ın karısı Mélinée tarafından kaleme alınan hayatını, “Bir özgürlük tutsağı Manuşyan” adıyla yayınladı. Bu kitapta, onun destan gibi yaşanan 37 yıllık yaşamıyla birlikte, kurşuna dizilmeden önce karısına yazdığı “Canım Meline’m, sevgili küçük yetimim…” diye başlayan mektubunu da okuyabilirsiniz.
Kitaptan:
Fresnes Hapishanesi’nde geçirdikleri üç ay boyunca, 23’ler uzun uzun sorgulanır, yani işkence görürler. Yargılanmaları sırasında taşıdıkları yara izleri de bunu kanıtlar. Sorgulamalarda, eylemlerinden ve bunları niçin yapmış olduklarından başka bir şey söylemezler. Pişman olduklarına dair tek bir söz çıkmaz ağızlarından; aksine, sırf görevlerini yerine getirdiklerini söylerler. Her biri, onları harekete geçiren ortak nedenlerin yanı sıra, kendi özel gerekçelerini açıklar. Mesela Yahudiler, onları toptan ortadan kaldırmak isteyen Nazi barbarlığına karşı kendilerini savunduklarını; Ermeniler, Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanların onayıyla katledilmiş halklarının özgürlüğünü korumak için savaştıklarını; İspanyollar, ülkelerinde ortalığı kasıp kavuran faşizme karşı çarpıştıklarını; İtalyanlar, Hitler’in müttefiki Mussolini tarafından kovuldukları memleketlerine dönebilmek amacıyla silaha sarıldıklarını; Polonyalılar, Hitler’in haritadan sildiği vatanlarının yok olmaması için mücadele ettiklerini belirtirler. Hepsi de, işgalci Nazilere karşı halklarıyla omuz omuza savaşırken, kendilerine kucak açmış olan Fransa’ya karşı görevlerini yerine getirdiklerini söylerler.
“Caniler Ordusu” diye teşhir ettikleri kırmızı bir afişte “Bunlar mı Fransız?” diye soruluyor, onların Romen, Macar, Yahudi, Ermeni, İtalyan, İspanyol olmasına vurgu yapılıyor. Kızıl Afiş olarak ünlenen bu posterden Naziler 15 bin adet bastırıp dağıtmıştır.
KIZIL AFİŞ
Ne hüzünlü org ne papazın son duası.
On bir yıl nedir ki on bir yıl…
Yaptığınız kullanmaktı silahlarınızı:
Ölüm gözünü kamaştırmaz Partizanın.
Asıldı yüzleriniz kentlerimizin duvarlarına,
Gece ve sabah karasıydınız, korkutucu, süzgün.
Bir afiştiniz, kızıl bir kan lekesi gibi,
Adlarınızı bile söylemek öylesine güçtü ki,
Gelip geçende dehşet etkisi yaratın istediler.
Sizi kimse Fransız olarak görmez gibiydi,
Gün boyu bakmadan geçti gitti insanlar.
Kimi parmaklar durmadı ama karartmada
‘FRANSA İÇİN ÖLDÜLER’ yazdı resimlerinizin altına
Bambaşka bir sabaha o gün başlayan
Tekdüze rengi vardı bir şeyde kırağının,
Şubat sonuydu, son anlarınızdı,
Sizlerden biri konuştu sessiz sakin:
Herkese mutluluklar,
Geride kalan herkese mutluluklar!
Ölürken kin yok içimde ey Alman halkı
Elveda zevk ve acı.
Ve sen evlen mutlu ol sık sık düşün beni,
Bir gün bütün güzelliklerin arasında olacaksın,
Herşey sona erdiğinde Erivan’da.
Görkemli kış güneşi tepeyi aydınlatıyor :
Doğa o denli güzel ve yüreğim öyle yanıyor ki!
Zafer dolu adımlarımızı izleyecek adalet…
Melinee’m, ey aşkım, ey yetimim benim!
Sana yaşamanı, çocuk doğurmanı söylemek isterdim…
Tüfekler çiçek açtığında yirmi üç kişiydiler
Vaktinden önce canını veren yirmi üç kişi
Yirmi üç yabancı, ama yirmi üç kardeş
Yaşamı uğruna ölecek kadar seven yirmi üç kişi
Düşerken toprağa “FRANSA” diye haykıran yirmi üç KİŞİ..
LUIS ARAGON
14 Şubat 2012 Salı
ÖZEL GÜNLER BAHANE İŞLER HARİKA PARALAR CEBE
ÖZEL GÜNLER BAHANE İŞLER HARİKA PARALAR CEBE
Emperyalist kapitalizm , kar-çıkar-para için olmadık işler çevirmekte oldukça ustalaşmıştır. Emperyalist kapitalizm için her şey ama her şey alınıp satılabilen bir maldır,****dır. Onun yaşama bakış açısının temeli kesin ve net olarak paradır, daha çok paradır. Emperyalist kapitalizm bu anlamda her şeyi çok çabuk tüketir, çok çabuk yok eder. Düzen için her şey pazarlanmak ve paralanmak için vardır. Tüketim kültürünün öne çıkarılmış olması ile yaşamdaki her şeyin çabuk tüketilir bir hale getirilmesinde emperyalist kapitalizmin tartışılmaz bir biçimde rolü vardır.
Emperyalist kapitalizmin yabancılaşmış insanın sürekliliğini sürdürülebilir Ar-Ge sinin temeline oturtması, onun davranışlarına göre biçimlenmesi ya da bütün olarak davranışlarının biçimlendirilmesi; her zaman ve her koşulda düzenin temel dinamiklerinden biridir.Bu açıdan insan düzen açısından sadece bir araçtır. Sürekli sağılması,öğütülmesi,yönlendirilmiş ve Pavlovun köpekleri misali şartlandırılmış, sürü psikolojisi ile biçimlendirilmiş vs bir ****dır aynı zamanda. İnsan olarak insanın , düzende asla yeri yoktur. Onun insana bakış açısının temeline oturan kar-çıkar-paradır.
Dünyanın genelinde özellikle 80 li yıllarla birlikte büyük emperyalist şirketler dahil olmak üzere , tüm yatırım ve girişimlerini özellikle hizmet ve bir parçası olarak tüketim sektörüne yönelttiler. Artık sanayi yatırımlarının yerini o yıllarla birlikte tüketim sektörü,parekende ile birlikte hisse senetleri,borsa vs gibi paranın parayı kolayca çağırdığı risksiz,nispeten risksiz ama kısa zamanda oldukça karlı olan alanlara yöneldiler. Tüketim sektörü ve parekendecilikte bu anlamda oldukça risksiz ve sıcak-taze paranın ve de anında ceplerde olduğu bir alandır. Bakınız büyük holding ve şirketlere , son yıllarda büyük yatırımlarının çoğunu bu alanlara yaptıklarını açıkça göreceksiniz. Neden üretim gibi riskli,uzun vadeli getirisi olan,işçilerle uğraşmak gibi oldukça sorunlu ! yatırımları tercih etsinler ki ? Bu durum oldukça mantıklı bir tercih kapitalistler açısından.
İşte burada bir sorun daha ortaya çıkıyor. Son kapitalist dünya krizinin en büyük nedenlerinden birisi de burada gizlidir işte. Mali Oligarşi, kapitalizmin tepesine emperyalizmle birlikte oturduktan sonra Bankacılık sektörünün yani paranın parayı getirdiği bir sürecin belirleyiciliği öne çıktı. Ve de dünya krizlerinin çoğunun başlangıç noktası burası oldu. Ya da emperyalist kapitalizmin yumuşak karnı oldu burası. Ücretler,maaşlar sınırlı ve erimekte iken bolca kredilendirme yapılır, sokaklarda kredi kartı verilir,bolca alış veriş öne çıkarılır,reklamların esasını bol bol sanki ödenemiyormuş gibi alış veriş oluşturur. Tüketim çılgınlığı yaratılır. Ve sonra da bu bolca dağıtılan kredilerin borçları ödenemez. İşte kriz.
Emperyalist kapitalizm , kendi kazdığı çukura böyle düşer bir bakıma. Aşırı kar,aşırı para, aşırı kazanç hırsı kapitalizmin kendi mezarının kazınmasını da böylece kolaylaştırmış olur. Tüketim çılgınlığının habire körüklenmesi bir yandan karına kar katarken kapitalizmin, beri yandan tekrarlayan bir biçimde krize girmesine ve öte yandan sosyalizm arayışının da güçlenmesini koşullar.
İşte bu tüketim kültürü ve tüketim çılgınlığının parçasıdır özel günler icatları. Anneler günü,sevgililer günü,babalar günü,evlilik yıl dönümü, yaş günü vs gibi uzattıkça uzayabilen özel günler icat edilerek tüketim körüklenir emperyalist kapitalizmce. Senenin 364 günü aşağılanan,kötü yaşam koşullarına mahkum edilen,ikincil cins olarak sürekli horlanan kadın olarak anneler, bir günle geçiştirilmek istenir. O gün tüketim sağlanır,paralar cebe indirilir ve de böylece anneler bir günde olsa hatırlanır ! Kürt kadınları rahimlerine düşmüş ceninlerle birlikte öldürülür, kadın emeği en kötü şartlarda sömürülür, kadın bedeni satılır vs ama Anneler Günü icadıyla bir gün de olsa her şey unutturulur. Nasılsa kitle iletişim araçları ve yabancılaşmış insan materyali de hazırdır. O halde değme keyfine kapitalizmin.
Özel gün icadı tamda emperyalist kapitalizmin üretimidir. Tam da sömürü,yağma,acımasızca insan duygularıyla oynamanın,aşırı kar tutkusu ile para tapınıcılığının bir göstergesidir. Her gün anasının kıymetini bilmeyen,anasının ister kadın isterse ana olarak değerini bilmeyen bir toplum bir gün bunu bilse ne olur ki ? Olan olur. Kapitalizm kazanır. Paraları cebe indirir. Bunun için her yola başvurulur,her kılığa girilir. Kapitalizmin para hırsı için girmeyeceği kılık yoktur. Bir bakmışsınız ki, İşçi sınıfının emekçi Kadınlar günü olmuştur Kadınlar günü.
Özel günler kesin olarak emperyalist kapitalizmin insan olarak insanı,proleterleri,emekçileri,sömürülen tüm kesimleri aşağılamaktan başka bir anlam taşımadığı gibi, emperyalist kapitalistlerin ceplerini daha çok şişirmenin biçimidirler. Bir gün değil, her gün değerli,özel,insani olan olguların bir günle ve de o da ticari bir araç haline getirilmesine izin verilmemelidir. Buna karşı mücadele edilmelidir. Kapitalizmin gerçek iğrenç yüzü teşhir edilmelidir. Kapitalizm için insan sadece bir araçtır,malını sattığı ve parasını cebine koyduğu bir araçtır.
Bu özel günler aldatmacasına karşı işçi sınıfı ve emekçilerin uyutulmasına,kandırılmasına,kullanılmasına karşı gerçekler en çıplak biçimde ortaya serilmelidir.Komünist devrimcilerin bunları ele alan ajitasyon ve propaganda çalışmalarına girişmesi oldukça önemlidir. Hem düzenin teşhiri,gün ile yarının mücadelesinin birleştirilmesinin bir parçası olarak ele alınmalıdır süreç.
08.05.2009
Mahmut Halil Can ( Sendiren)
http://ateshirsizi.com
Emperyalist kapitalizm , kar-çıkar-para için olmadık işler çevirmekte oldukça ustalaşmıştır. Emperyalist kapitalizm için her şey ama her şey alınıp satılabilen bir maldır,****dır. Onun yaşama bakış açısının temeli kesin ve net olarak paradır, daha çok paradır. Emperyalist kapitalizm bu anlamda her şeyi çok çabuk tüketir, çok çabuk yok eder. Düzen için her şey pazarlanmak ve paralanmak için vardır. Tüketim kültürünün öne çıkarılmış olması ile yaşamdaki her şeyin çabuk tüketilir bir hale getirilmesinde emperyalist kapitalizmin tartışılmaz bir biçimde rolü vardır.
Emperyalist kapitalizmin yabancılaşmış insanın sürekliliğini sürdürülebilir Ar-Ge sinin temeline oturtması, onun davranışlarına göre biçimlenmesi ya da bütün olarak davranışlarının biçimlendirilmesi; her zaman ve her koşulda düzenin temel dinamiklerinden biridir.Bu açıdan insan düzen açısından sadece bir araçtır. Sürekli sağılması,öğütülmesi,yönlendirilmiş ve Pavlovun köpekleri misali şartlandırılmış, sürü psikolojisi ile biçimlendirilmiş vs bir ****dır aynı zamanda. İnsan olarak insanın , düzende asla yeri yoktur. Onun insana bakış açısının temeline oturan kar-çıkar-paradır.
Dünyanın genelinde özellikle 80 li yıllarla birlikte büyük emperyalist şirketler dahil olmak üzere , tüm yatırım ve girişimlerini özellikle hizmet ve bir parçası olarak tüketim sektörüne yönelttiler. Artık sanayi yatırımlarının yerini o yıllarla birlikte tüketim sektörü,parekende ile birlikte hisse senetleri,borsa vs gibi paranın parayı kolayca çağırdığı risksiz,nispeten risksiz ama kısa zamanda oldukça karlı olan alanlara yöneldiler. Tüketim sektörü ve parekendecilikte bu anlamda oldukça risksiz ve sıcak-taze paranın ve de anında ceplerde olduğu bir alandır. Bakınız büyük holding ve şirketlere , son yıllarda büyük yatırımlarının çoğunu bu alanlara yaptıklarını açıkça göreceksiniz. Neden üretim gibi riskli,uzun vadeli getirisi olan,işçilerle uğraşmak gibi oldukça sorunlu ! yatırımları tercih etsinler ki ? Bu durum oldukça mantıklı bir tercih kapitalistler açısından.
İşte burada bir sorun daha ortaya çıkıyor. Son kapitalist dünya krizinin en büyük nedenlerinden birisi de burada gizlidir işte. Mali Oligarşi, kapitalizmin tepesine emperyalizmle birlikte oturduktan sonra Bankacılık sektörünün yani paranın parayı getirdiği bir sürecin belirleyiciliği öne çıktı. Ve de dünya krizlerinin çoğunun başlangıç noktası burası oldu. Ya da emperyalist kapitalizmin yumuşak karnı oldu burası. Ücretler,maaşlar sınırlı ve erimekte iken bolca kredilendirme yapılır, sokaklarda kredi kartı verilir,bolca alış veriş öne çıkarılır,reklamların esasını bol bol sanki ödenemiyormuş gibi alış veriş oluşturur. Tüketim çılgınlığı yaratılır. Ve sonra da bu bolca dağıtılan kredilerin borçları ödenemez. İşte kriz.
Emperyalist kapitalizm , kendi kazdığı çukura böyle düşer bir bakıma. Aşırı kar,aşırı para, aşırı kazanç hırsı kapitalizmin kendi mezarının kazınmasını da böylece kolaylaştırmış olur. Tüketim çılgınlığının habire körüklenmesi bir yandan karına kar katarken kapitalizmin, beri yandan tekrarlayan bir biçimde krize girmesine ve öte yandan sosyalizm arayışının da güçlenmesini koşullar.
İşte bu tüketim kültürü ve tüketim çılgınlığının parçasıdır özel günler icatları. Anneler günü,sevgililer günü,babalar günü,evlilik yıl dönümü, yaş günü vs gibi uzattıkça uzayabilen özel günler icat edilerek tüketim körüklenir emperyalist kapitalizmce. Senenin 364 günü aşağılanan,kötü yaşam koşullarına mahkum edilen,ikincil cins olarak sürekli horlanan kadın olarak anneler, bir günle geçiştirilmek istenir. O gün tüketim sağlanır,paralar cebe indirilir ve de böylece anneler bir günde olsa hatırlanır ! Kürt kadınları rahimlerine düşmüş ceninlerle birlikte öldürülür, kadın emeği en kötü şartlarda sömürülür, kadın bedeni satılır vs ama Anneler Günü icadıyla bir gün de olsa her şey unutturulur. Nasılsa kitle iletişim araçları ve yabancılaşmış insan materyali de hazırdır. O halde değme keyfine kapitalizmin.
Özel gün icadı tamda emperyalist kapitalizmin üretimidir. Tam da sömürü,yağma,acımasızca insan duygularıyla oynamanın,aşırı kar tutkusu ile para tapınıcılığının bir göstergesidir. Her gün anasının kıymetini bilmeyen,anasının ister kadın isterse ana olarak değerini bilmeyen bir toplum bir gün bunu bilse ne olur ki ? Olan olur. Kapitalizm kazanır. Paraları cebe indirir. Bunun için her yola başvurulur,her kılığa girilir. Kapitalizmin para hırsı için girmeyeceği kılık yoktur. Bir bakmışsınız ki, İşçi sınıfının emekçi Kadınlar günü olmuştur Kadınlar günü.
Özel günler kesin olarak emperyalist kapitalizmin insan olarak insanı,proleterleri,emekçileri,sömürülen tüm kesimleri aşağılamaktan başka bir anlam taşımadığı gibi, emperyalist kapitalistlerin ceplerini daha çok şişirmenin biçimidirler. Bir gün değil, her gün değerli,özel,insani olan olguların bir günle ve de o da ticari bir araç haline getirilmesine izin verilmemelidir. Buna karşı mücadele edilmelidir. Kapitalizmin gerçek iğrenç yüzü teşhir edilmelidir. Kapitalizm için insan sadece bir araçtır,malını sattığı ve parasını cebine koyduğu bir araçtır.
Bu özel günler aldatmacasına karşı işçi sınıfı ve emekçilerin uyutulmasına,kandırılmasına,kullanılmasına karşı gerçekler en çıplak biçimde ortaya serilmelidir.Komünist devrimcilerin bunları ele alan ajitasyon ve propaganda çalışmalarına girişmesi oldukça önemlidir. Hem düzenin teşhiri,gün ile yarının mücadelesinin birleştirilmesinin bir parçası olarak ele alınmalıdır süreç.
08.05.2009
Mahmut Halil Can ( Sendiren)
http://ateshirsizi.com
13 Şubat 2012 Pazartesi
Sınıf çalışmasında ısrar ve süreklilik
Sınıf çalışmasında ısrar ve süreklilik
“Büyük idealler uğruna önce küçük bir azınlık savaşım vermiştir”
“Taşı delen suyun kuvveti değil, damlaların sürekliliğidir”. İşçi sınıfının devrimci misyonuna duyulan bilimsel inanç ve bu tarihsel görevin gerçekleşmesini sağlayacak devrimci önderliğin inşası, ancak ve ancak işçi sınıfıyla buluşabilen ve ona önderlik edebilen bir örgüt tarafından gerçekleşebilir. Bu örgütü, yani işçi sınıfıyla et ve tırnak gibi olan örgütü yaratabilmenin yolu ise, işçi sınıfı çalışmasında ısrar ve sürekliliğin sağlanmasıyla mümkündür. Sınıf içerisinde maddi bir güç olmayı başaramayan bir örgüt, yemyeşil bir ormanda kuru bir ağaca benzer. Bu kuru ağaç ne zaman ki sınıf içerisinde maddi bir güç olmayı başarır… işte o zaman yeşerir, çiçek açıp meyve verir. Fakat bu ağacın yeşerip meyve verebilmesi için sürekli sulanması gerektiği unutulmamalıdır.
İşçi sınıfı çalışmasında sürekliliğin ve ısrarın önemi, yıllardır üzerinde durduğumuz temel sorunların başında gelmektedir. İşçi sınıfı içerisinde kök saldığımız kazanılmış mevziler sağlamak, siyasal ve ekonomik saldırılara karşı bu mevzilerden ses verip barikat olabilmek, savunmadan çıkıp saldırıya geçebilmek ve ülke gündemine damga vurabilmek hangi işçi sınıfı devrimcisinin hayallerini süslemez ki…
“Büyük idealler uğruna önce küçük bir azınlık savaşım vermiştir”
İşçi sınıfı çalışmasında sürekliliğin ve ısrarın önemi, yıllardır üzerinde durduğumuz temel sorunların başında gelmektedir. İşçi sınıfı içerisinde kök saldığımız kazanılmış mevziler sağlamak, siyasal ve ekonomik saldırılara karşı bu mevzilerden ses verip barikat olabilmek, savunmadan çıkıp saldırıya geçebilmek ve ülke gündemine damga vurabilmek hangi işçi sınıfı devrimcisinin hayallerini süslemez ki…
Fakat, işçi sınıfı çalışması zordur; o en başta sabır, ısrar ve süreklilik ister. Damlanın taşı delmesi, dalgaların koskoca kayaları parçalaması gibi sürekliliği sağlanmalıdır sınıf çalışmasının. Bu ise, çürümüş, her tarafından pis kokular yayan kapitalizmi yıkma gücünün ancak ve ancak işçi sınıfı tarafından gerçekleştirilebileceğinin bilimsel olarak kavranmasından geçer. Bu gerçeği tüm bilimselliği ile kavramamış bir kafa ise, ne kadar “işçi sınıfını örgütlemek gerek” dese de, en ufak bir fırtınada gemisinin rotasını işçi sınıfı denizinin kıyılarına doğru çevirerek sınıf çalışmasından uzaklaşır.
Bizim gemimizin rotası ise, tüm boran ve fırtınalara rağmen işçi sınıfı denizinin en derin noktasına, mavi okyanuslara doğru çevrilmelidir. Gemimiz okyanuslarda ilerlemelidir, çünkü kapitalizmi tarihin çöplüğüne gömecek olan yegane sınıf proletaryadır. Proletaryanın asıl önemi, büyük ölçekli üretimde oynadığı rolden kaynaklanır. Tüm toplumsal hayatın temeli üretimdir ve kapitalist sınıfın elindeki üretim araçları ancak proletarya tarafından harekete geçirilebilir. Üretim araçlarını harekete geçirince, toplumsal yaşamın yeniden üretilmesini sağlayan işçi sınıfı, bu araçları hareket etmekten alıkoyma gücüne de aynı derecede sahiptir. Toplumsal hayatın temeli üretim olduğu içindir ki, işçi sınıfı şalterleri indirerek tüm hayatı durdurabilirler.
Tarihte, bu denli kolektif hareket etme yeteneğine sahip herhangi bir sınıf varolmamıştır. Dahası, kolektif hareket etmek, işçi sınıfı açısından, bir yetenekten öte bir zorunluluktur. Marx, “tüm emek sürecinin gerçek kaldıracı bireysel işçi değil, aksine, toplumsal olarak birleşmiş emek-gücüdür” der. Yani, üretim bireyler olarak işçilerin değil, kolektif işçinin eseridir. İşçi sınıfını tanımlayan kolektif hareket etmeye yatkınlık, disiplin ve dayanıklılık, bu sınıfa bizzat kapitalist üretim tarzı tarafından kazandırılır. Tam da bu yüzden, işçi sınıfı kapitalizmi yoketme yeteneğine sahip tek sınıftır. Tam da bu yüzden işçi sınıfı devrimcileri olarak gemimizin rotasını hep okyanusların derin sularına çevireceğiz, hiçbir fırtına bizi okyanuslardan geri çeviremeyecek ve işçi sınıfı çalışmasının tüm akıl almaz zorluklarına göğüs gererek ısrarla okyanuslarda kalacağız.

Taşı delebilme ısrarı
“Taşı delen suyun kuvveti değil, damlaların sürekliliğidir.” Bu Latin atasözünü günümüz sınıf çalışmasına uyarladığımızda, sonuç alıcı bir çalışmada, hele ki bu işçi sınıfı çalışması gibi zor ve muazzam bir çaba isteyen, bir çırpıda başarılamayan, iğneyle kuyu kazmak kadar sabır gerektiren sınıf çalışmaysa, başarı kıstaslarından birisi olarak karşımıza sürekli ve ısrarlı bir çalışmanın garanti altına alınması çıkar.
2006 yılında “Söz Alınterinin Kurultayı” çalışmasının İMES sanayi bölgesindeki yürütücüleri olan aktivistlerimizin o dönem sergiledikleri pratik, sınıf çalışmasındaki ısrar ve sürekliliğin önemini en çıplak haliyle bizlere göstermeye yeterli niteliktedir.
İMES bölgesinde faaliyet yürüten aktivistlerimiz, bölgede tek bir ilişkimizin olmadığı koşullarda çalışmanın startını verdiler. Haftalık programın dışında yürütülen çalışma her akşam değerlendirilerek sonuçlar çıkarılıyor, ertesi gün hangi noktalara yüklenileceği konuşuluyor, merkezi bildiri ve afişlerin yanı sıra bölgenin özgül koşullarına ilişkin yerel bildiri vb. vb. materyallerle işçilere ulaşmaya çalışıyorlardı. 2 ay gibi sıkı bir çalışma sonunda bile tek bir işçi ilişkisi kurulamamıştı. Aktivistlerimizin büyük zorluklarla giriştikleri çalışmada hiçbir kırılma olmadı, çalışma tüm disiplini ve kararlılığı ile devam ettirildi. Bölgenin özgül koşullarından kaynaklı, havzada çalışma yürütmek oldukça zordu. Evet, aktivistlerimiz tüm zorluklara rağmen “bu siteye gireceğiz”kararlılığıyla çalışmalara ara vermeden ısrarla devam ettiler. Ama ne zorluklar… Parasızlık,.. sabahtan akşama kadar aç karnına dağıtılan bildiriler, yapıştırılan afişler, satılan gazeteler, kilometrelerce yürünen yollar, delik ayakkabısı nedeniyle ayakları donma tehlikesi geçiren, hastaneye kaldırılan yoldaşlar…
Sonuç, İMES A Kapısı girişine kurulan standda bekleyen aktivistlerimizin yanına orta yaşlarda iki işçi yaklaşarak, “yav arkadaşlar, biz sizi her gün buralarda görüyoruz, yağmur, kar demeden her gün insanlara bir şeyler anlatmak için buralardasınız. Biz İMES’te bir çuval fabrikasında çalışıyoruz. Arkadaşlarla fabrikada sendikalaşmak istiyoruz, bu noktada bize yardımcı olmanız için bizi size gönderdiler, işçi arkadaşlarla da konuşarak karar verdik. Buna, ne dersiniz?..” Ve sonra, geceleri çuval fabrikasına işçilerin gizli yöntemleriyle giren aktivistlerimizin işçiyle yaptıkları toplantılar…
Evet, o dönem sürekliliği sağlanmış, ısrarla tüm zorluklara ve olumsuz koşullara rağmen çalışmada ısrarlı olmanın ödülünü, onlarca işçiyle fabrikalarında yapılan toplantılar olarak aldı aktivistlerimiz.
Israr ve sürekliliğin bilince çıkarılması
İşçi sınıfı çalışmasında süreklilik, yönelim, yoğunlaşma ve ısrar esastır. Sürekliliği sağlanamayan bir sınıf çalışmasının başarı şansı yoktur. Çalışma yürütülecek bir sanayi havzasında kalıcı ilişkiler ve giderek de havzada kökleşebilmenin yolu aynı noktada sürekli ve ısrarla çalışma yürütmektir. Kuşkusuz her işçi sınıfı devrimcisi bunu bilir ve aksini iddia etmez. Fakat sorun bu yadsınamaz gerçeği pratikte uygulamaya geldiğinde, kendine her “işçi sınıfı devrimciyim” diyenin bu gerçeği bilince çıkaramadığı anlaşılır. Burada asıl görülmesi gereken; adına layık bir işçi sınıfı devrimcisinin varlık nedenlerinin başında gelen görevinin işçi sınıfını örgütlemek olduğunun unutulmasıdır.
İlk kez yönelinen bir çalışmada ilk adımlar büyük bir heyecan ve istekle atılır. Aktivistler ilk adımların yarattığı heyecanla bütün enerjilerini akıtırlar bu çalışmaya. Elle tutulur ilişkiler çıkmaya başlayınca bu enerji birkaç kat artar. Fakat hiç de uzun olmayan bir süre sonra, kurulan ilişkilere rağmen bu heyecan tükenmeye ve aktivistlerin ayakları gerisin geri gitmeye başlar. Bunun temelinde ne karşılarına çıkan zorluklar ne de olumsuz koşulların yarattığı ruh hali vardır. Buradaki sorunun temelinde, işçi sınıfının kapitalizmi yok edecek tek sınıf olduğu bilimsel gerçeğinin kavranamaması yatmaktadır. Bu gerçeği kavrayamayan bir kafa, en küçük bir kırılmada yan çizer, binbir bahane üretir, ayakları o zorlu topraklara basmaz.
Sınıf çalışmasında ısrar etmek demek, akılalmaz zorluklara göğüs gerebilme yetisine sahip olabilmek demektir. Bu zorluklara göğüs gerebilmenin yolu ise, ideolojik olarak kafa açıklığına sahip olabilmekten geçer.
Çalışmada yoğunlaşma yetisi
Yoğunlaşma, fiziksel ve zihinsel enerjiyi bezginlik duymadan tek bir noktaya uygulama yeteneğidir.
Genelde yaşamımızın birçok kesitinde, özelde ise işçi sınıfı çalışmasında yoğunlaşma yetisine sahip olabilmek önemlidir. İşlerin çok bunu yapacakların az olması, genelde işi yerine getirmeye çalışan aktivistleri tabir-i caizse bin parçaya bölerek belli bir noktada yoğunlaşmalarının önüne engel teşkil eder. Bugün açısından değerlendirildiğinde pekçok açıdan durum tam da budur: Az insanla çok iş yapma zorunluluğu ve sonuç olarak bir noktaya yoğunlaşamamak.
Yapılması gereken birçok iş vardır ve hepsi de yapılması gereken işlerdir. Genelde bu gerçekliği sözlü olarak da birçok kez duymuşuzdur çalışma yürüten aktivistlerden. Fakat, bu noktada sınıf çalışması yürüten işçi sınıfı devrimcilerinin bütünsel anlamda çalışmalarını nasıl planladıkları, daha doğru bir ifadeyle yaşamlarını nasıl bir planlamanın üzerine oturttukları çıkar karşımıza. Kısacası, zaman nasıl örgütlenir? İçinden geçtiğimiz süreçteki zorluklar, bir kişinin aynı anda birçok işi yapması gerçekliğinin üzerinden atlanmadan kendimize sormamız gereken soru,“zamanımızı nasıl örgütlüyoruz, yoksa zamanın akışı içerisinde zaman mı bizi sürüklüyor” sorusudur. Kuşkusuz burada sorun, zamanın “hızla” akıp gitmesinde değil, tam aksine Edison’un deyişiyle “insanın yaşamındaki en değerli şey olan zamanın” değerini bilmemekte yatmaktadır. Zamana hakim olamayan, zaman üzerinde hakimiyet kuramayan bir işçi sınıfı devrimcisi, yaptığı çalışmada bir derinlik sağlayamaz. Derinliği sağlanamayan bir çalışma ise üstünkörü, günübirlik ve düzensiz bir çalışmadır. Böylesi bir çalışma tarzıyla sınıf çalışması yürütmeye çalışmak amatörlüğün daniskasıdır.
Einstein‘ın ünlü sözü de akıllardan çıkmamalıdır: “Büyük idealler uğruna önce küçük bir azınlık savaşım vermiştir”. Yani “az insan çok iş” meselesi tek başına bu kesite özgü bir şey de değildir. Her dönemin “az insan çok iş” çelişkisi vardır; olması da normaldir. Her tarihsel kesit, anın ve geleceğin görevlerini kavrayan, onları gerçekleştirmek için aralıksız bir çaba içinde olan kendi evlatlarını -aydınlanmışlarını- ortaya çıkarır. Onlar ateşi başkalarına taşımakla hem üstesinden gelinmesi gereken muazzam “iş”i kolaylaştırmaya çalıştılar -hem de bunun hazzının başka hiçbir şeye benzemeyen tadını, ‘özgürlük ve zorunluluk’ diyalektiğini başkalarına kavratmaya/duyumsatmaya çabaladılar. Yani her zaman, her dönem, her tarihsel aşamada “iş”lerle bunu yerine getirecek insanlar arasında gerilimli bir açmaz vardır. “İş” tanımının içeriği değişir, insanların nitelikleri (gelişkinlik ya da gerilik anlamında) farklıdır, vb. Kısacası, bu çelişki ve gerilim olmazsa olmazdır…

Sonuç yerine
Öte yandan, sınıf içinde çalışmada ısrar/sürekliliğin sağlanması sorunu aktivistlerin sınıfın devrimdeki rolünün ideolojik kavrayışındaki zayıflığına bağlanamaz. Bu konuda belli bir kavrayış eksikliği bile parçası oldukları kolektifin zayıflıklarıyla -aktivistlerle merkezi politikalar arasında içerden ve kalıcı bir bütünleşmenin kurulması sorunu- birlikte ele alınmalıdır. Kolektifin aktivistlerle ilişkisi de asıl olarak devrim ve sosyalizm idealinin bilimsel bir kavrayış üzerinden ve ancak sindirilmiş bir yaşam felsefesi haline getirilerek kurulmalıdır. Bu idealle böylesi bir ilişki kuran -yani geleceği bugünde yaşayan- bir komünist onu toplumsal bir gerçeğe dönüştürmek için hangi halkayı sıkıca kavraması gerektiğini de kolektifin öncülüğünde bulur ve ona sımsıkı sarılır.
İnsanın denize girmedikçe yüzmeyi öğrenemeyeceği gerçeği gibi, sınıf çalışmasında ustalaşmanın da en temel kıstaslarından belki de birincisi, sınıf içerisinde ısrar ve sürekliliği sağlanan bir çalışma içerisinde olmaktır. Hatalar yapılır, başarısızlıklar olur, moraller bozulur, zorluklar çekilir, ama sınıf çalışmasında ısrar ve süreklilik sağlandığında başarısızlıklar azalmaya, zorluklar altedilmeye başlanır. Çıraklık evresi kendisini ustalaşmaya devreder.
Bu bağlamda, sınıf çalışmasında ısrar ve sürekliliğin sağlanabilmesi, bizlere hayalini kurduğumuz komünizmin özgürlük dünyasına yaklaştıran bir adım olarak görülmeli ve böyle okunmalıdır…
ALINTERİ
Bizim gemimizin rotası ise, tüm boran ve fırtınalara rağmen işçi sınıfı denizinin en derin noktasına, mavi okyanuslara doğru çevrilmelidir. Gemimiz okyanuslarda ilerlemelidir, çünkü kapitalizmi tarihin çöplüğüne gömecek olan yegane sınıf proletaryadır. Proletaryanın asıl önemi, büyük ölçekli üretimde oynadığı rolden kaynaklanır. Tüm toplumsal hayatın temeli üretimdir ve kapitalist sınıfın elindeki üretim araçları ancak proletarya tarafından harekete geçirilebilir. Üretim araçlarını harekete geçirince, toplumsal yaşamın yeniden üretilmesini sağlayan işçi sınıfı, bu araçları hareket etmekten alıkoyma gücüne de aynı derecede sahiptir. Toplumsal hayatın temeli üretim olduğu içindir ki, işçi sınıfı şalterleri indirerek tüm hayatı durdurabilirler.
Tarihte, bu denli kolektif hareket etme yeteneğine sahip herhangi bir sınıf varolmamıştır. Dahası, kolektif hareket etmek, işçi sınıfı açısından, bir yetenekten öte bir zorunluluktur. Marx, “tüm emek sürecinin gerçek kaldıracı bireysel işçi değil, aksine, toplumsal olarak birleşmiş emek-gücüdür” der. Yani, üretim bireyler olarak işçilerin değil, kolektif işçinin eseridir. İşçi sınıfını tanımlayan kolektif hareket etmeye yatkınlık, disiplin ve dayanıklılık, bu sınıfa bizzat kapitalist üretim tarzı tarafından kazandırılır. Tam da bu yüzden, işçi sınıfı kapitalizmi yoketme yeteneğine sahip tek sınıftır. Tam da bu yüzden işçi sınıfı devrimcileri olarak gemimizin rotasını hep okyanusların derin sularına çevireceğiz, hiçbir fırtına bizi okyanuslardan geri çeviremeyecek ve işçi sınıfı çalışmasının tüm akıl almaz zorluklarına göğüs gererek ısrarla okyanuslarda kalacağız.
Taşı delebilme ısrarı
“Taşı delen suyun kuvveti değil, damlaların sürekliliğidir.” Bu Latin atasözünü günümüz sınıf çalışmasına uyarladığımızda, sonuç alıcı bir çalışmada, hele ki bu işçi sınıfı çalışması gibi zor ve muazzam bir çaba isteyen, bir çırpıda başarılamayan, iğneyle kuyu kazmak kadar sabır gerektiren sınıf çalışmaysa, başarı kıstaslarından birisi olarak karşımıza sürekli ve ısrarlı bir çalışmanın garanti altına alınması çıkar.
İMES bölgesinde faaliyet yürüten aktivistlerimiz, bölgede tek bir ilişkimizin olmadığı koşullarda çalışmanın startını verdiler. Haftalık programın dışında yürütülen çalışma her akşam değerlendirilerek sonuçlar çıkarılıyor, ertesi gün hangi noktalara yüklenileceği konuşuluyor, merkezi bildiri ve afişlerin yanı sıra bölgenin özgül koşullarına ilişkin yerel bildiri vb. vb. materyallerle işçilere ulaşmaya çalışıyorlardı. 2 ay gibi sıkı bir çalışma sonunda bile tek bir işçi ilişkisi kurulamamıştı. Aktivistlerimizin büyük zorluklarla giriştikleri çalışmada hiçbir kırılma olmadı, çalışma tüm disiplini ve kararlılığı ile devam ettirildi. Bölgenin özgül koşullarından kaynaklı, havzada çalışma yürütmek oldukça zordu. Evet, aktivistlerimiz tüm zorluklara rağmen “bu siteye gireceğiz”kararlılığıyla çalışmalara ara vermeden ısrarla devam ettiler. Ama ne zorluklar… Parasızlık,.. sabahtan akşama kadar aç karnına dağıtılan bildiriler, yapıştırılan afişler, satılan gazeteler, kilometrelerce yürünen yollar, delik ayakkabısı nedeniyle ayakları donma tehlikesi geçiren, hastaneye kaldırılan yoldaşlar…
Sonuç, İMES A Kapısı girişine kurulan standda bekleyen aktivistlerimizin yanına orta yaşlarda iki işçi yaklaşarak, “yav arkadaşlar, biz sizi her gün buralarda görüyoruz, yağmur, kar demeden her gün insanlara bir şeyler anlatmak için buralardasınız. Biz İMES’te bir çuval fabrikasında çalışıyoruz. Arkadaşlarla fabrikada sendikalaşmak istiyoruz, bu noktada bize yardımcı olmanız için bizi size gönderdiler, işçi arkadaşlarla da konuşarak karar verdik. Buna, ne dersiniz?..” Ve sonra, geceleri çuval fabrikasına işçilerin gizli yöntemleriyle giren aktivistlerimizin işçiyle yaptıkları toplantılar…
Evet, o dönem sürekliliği sağlanmış, ısrarla tüm zorluklara ve olumsuz koşullara rağmen çalışmada ısrarlı olmanın ödülünü, onlarca işçiyle fabrikalarında yapılan toplantılar olarak aldı aktivistlerimiz.
Israr ve sürekliliğin bilince çıkarılması
İşçi sınıfı çalışmasında süreklilik, yönelim, yoğunlaşma ve ısrar esastır. Sürekliliği sağlanamayan bir sınıf çalışmasının başarı şansı yoktur. Çalışma yürütülecek bir sanayi havzasında kalıcı ilişkiler ve giderek de havzada kökleşebilmenin yolu aynı noktada sürekli ve ısrarla çalışma yürütmektir. Kuşkusuz her işçi sınıfı devrimcisi bunu bilir ve aksini iddia etmez. Fakat sorun bu yadsınamaz gerçeği pratikte uygulamaya geldiğinde, kendine her “işçi sınıfı devrimciyim” diyenin bu gerçeği bilince çıkaramadığı anlaşılır. Burada asıl görülmesi gereken; adına layık bir işçi sınıfı devrimcisinin varlık nedenlerinin başında gelen görevinin işçi sınıfını örgütlemek olduğunun unutulmasıdır.
İlk kez yönelinen bir çalışmada ilk adımlar büyük bir heyecan ve istekle atılır. Aktivistler ilk adımların yarattığı heyecanla bütün enerjilerini akıtırlar bu çalışmaya. Elle tutulur ilişkiler çıkmaya başlayınca bu enerji birkaç kat artar. Fakat hiç de uzun olmayan bir süre sonra, kurulan ilişkilere rağmen bu heyecan tükenmeye ve aktivistlerin ayakları gerisin geri gitmeye başlar. Bunun temelinde ne karşılarına çıkan zorluklar ne de olumsuz koşulların yarattığı ruh hali vardır. Buradaki sorunun temelinde, işçi sınıfının kapitalizmi yok edecek tek sınıf olduğu bilimsel gerçeğinin kavranamaması yatmaktadır. Bu gerçeği kavrayamayan bir kafa, en küçük bir kırılmada yan çizer, binbir bahane üretir, ayakları o zorlu topraklara basmaz.
Sınıf çalışmasında ısrar etmek demek, akılalmaz zorluklara göğüs gerebilme yetisine sahip olabilmek demektir. Bu zorluklara göğüs gerebilmenin yolu ise, ideolojik olarak kafa açıklığına sahip olabilmekten geçer.
Çalışmada yoğunlaşma yetisi
Yoğunlaşma, fiziksel ve zihinsel enerjiyi bezginlik duymadan tek bir noktaya uygulama yeteneğidir.
Genelde yaşamımızın birçok kesitinde, özelde ise işçi sınıfı çalışmasında yoğunlaşma yetisine sahip olabilmek önemlidir. İşlerin çok bunu yapacakların az olması, genelde işi yerine getirmeye çalışan aktivistleri tabir-i caizse bin parçaya bölerek belli bir noktada yoğunlaşmalarının önüne engel teşkil eder. Bugün açısından değerlendirildiğinde pekçok açıdan durum tam da budur: Az insanla çok iş yapma zorunluluğu ve sonuç olarak bir noktaya yoğunlaşamamak.
Yapılması gereken birçok iş vardır ve hepsi de yapılması gereken işlerdir. Genelde bu gerçekliği sözlü olarak da birçok kez duymuşuzdur çalışma yürüten aktivistlerden. Fakat, bu noktada sınıf çalışması yürüten işçi sınıfı devrimcilerinin bütünsel anlamda çalışmalarını nasıl planladıkları, daha doğru bir ifadeyle yaşamlarını nasıl bir planlamanın üzerine oturttukları çıkar karşımıza. Kısacası, zaman nasıl örgütlenir? İçinden geçtiğimiz süreçteki zorluklar, bir kişinin aynı anda birçok işi yapması gerçekliğinin üzerinden atlanmadan kendimize sormamız gereken soru,“zamanımızı nasıl örgütlüyoruz, yoksa zamanın akışı içerisinde zaman mı bizi sürüklüyor” sorusudur. Kuşkusuz burada sorun, zamanın “hızla” akıp gitmesinde değil, tam aksine Edison’un deyişiyle “insanın yaşamındaki en değerli şey olan zamanın” değerini bilmemekte yatmaktadır. Zamana hakim olamayan, zaman üzerinde hakimiyet kuramayan bir işçi sınıfı devrimcisi, yaptığı çalışmada bir derinlik sağlayamaz. Derinliği sağlanamayan bir çalışma ise üstünkörü, günübirlik ve düzensiz bir çalışmadır. Böylesi bir çalışma tarzıyla sınıf çalışması yürütmeye çalışmak amatörlüğün daniskasıdır.
Einstein‘ın ünlü sözü de akıllardan çıkmamalıdır: “Büyük idealler uğruna önce küçük bir azınlık savaşım vermiştir”. Yani “az insan çok iş” meselesi tek başına bu kesite özgü bir şey de değildir. Her dönemin “az insan çok iş” çelişkisi vardır; olması da normaldir. Her tarihsel kesit, anın ve geleceğin görevlerini kavrayan, onları gerçekleştirmek için aralıksız bir çaba içinde olan kendi evlatlarını -aydınlanmışlarını- ortaya çıkarır. Onlar ateşi başkalarına taşımakla hem üstesinden gelinmesi gereken muazzam “iş”i kolaylaştırmaya çalıştılar -hem de bunun hazzının başka hiçbir şeye benzemeyen tadını, ‘özgürlük ve zorunluluk’ diyalektiğini başkalarına kavratmaya/duyumsatmaya çabaladılar. Yani her zaman, her dönem, her tarihsel aşamada “iş”lerle bunu yerine getirecek insanlar arasında gerilimli bir açmaz vardır. “İş” tanımının içeriği değişir, insanların nitelikleri (gelişkinlik ya da gerilik anlamında) farklıdır, vb. Kısacası, bu çelişki ve gerilim olmazsa olmazdır…
Sonuç yerine
Öte yandan, sınıf içinde çalışmada ısrar/sürekliliğin sağlanması sorunu aktivistlerin sınıfın devrimdeki rolünün ideolojik kavrayışındaki zayıflığına bağlanamaz. Bu konuda belli bir kavrayış eksikliği bile parçası oldukları kolektifin zayıflıklarıyla -aktivistlerle merkezi politikalar arasında içerden ve kalıcı bir bütünleşmenin kurulması sorunu- birlikte ele alınmalıdır. Kolektifin aktivistlerle ilişkisi de asıl olarak devrim ve sosyalizm idealinin bilimsel bir kavrayış üzerinden ve ancak sindirilmiş bir yaşam felsefesi haline getirilerek kurulmalıdır. Bu idealle böylesi bir ilişki kuran -yani geleceği bugünde yaşayan- bir komünist onu toplumsal bir gerçeğe dönüştürmek için hangi halkayı sıkıca kavraması gerektiğini de kolektifin öncülüğünde bulur ve ona sımsıkı sarılır.
İnsanın denize girmedikçe yüzmeyi öğrenemeyeceği gerçeği gibi, sınıf çalışmasında ustalaşmanın da en temel kıstaslarından belki de birincisi, sınıf içerisinde ısrar ve sürekliliği sağlanan bir çalışma içerisinde olmaktır. Hatalar yapılır, başarısızlıklar olur, moraller bozulur, zorluklar çekilir, ama sınıf çalışmasında ısrar ve süreklilik sağlandığında başarısızlıklar azalmaya, zorluklar altedilmeye başlanır. Çıraklık evresi kendisini ustalaşmaya devreder.
Bu bağlamda, sınıf çalışmasında ısrar ve sürekliliğin sağlanabilmesi, bizlere hayalini kurduğumuz komünizmin özgürlük dünyasına yaklaştıran bir adım olarak görülmeli ve böyle okunmalıdır…
ALINTERİ
7 Şubat 2012 Salı
SÖMÜRGECİ TC'nin KIBRIS'ta İSRAİL'le İŞBİRLİĞİ
Sömürgeci TC devleti ve basını psikolojik savaşına devam ediyor.Gazete Vatan Emek Takvim gazetesindeki haberi yayınlamış.*
"Akdeniz'de söz sahibi olmak isteyen İsrail, gözünü Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ne çevirdi.
KKTC'deki önemli noktaları ele geçirmek isteyen İsrail hükümeti, sinsi planı için önce Yahudi işadamlarına destek verdi.
Yahudi işadamları da Ada'daki bazı Türk avukatlar üzerinden paravan şirketler kurup, arazi toplamaya başladı."
diyor.
Kıbrıs'ın TC devleti tarafından işgal edilmiş sömürgeleştirilmiş bölgesinde bırakın taşınmaz mal alımlarını hemen hemen tüm işlemlerin yapılmasından önce başta,haberde sözedilen KKTC Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı ( başındaki tümgeneral ve tüm kritik komuta kademelerinde TSK mensubu gsubayların olduğu,TSK'nın kıbrıs türk barış kuvvetlerine bağlı)'na bağlı ÖZEL İSTİHBARAT BAŞKANLIĞI (Sivil İşler ve Halkla İlişkiler)'nın İlçelerdeki BÖLGE MÜDÜRLÜKLERİNCE ve POLİS GENEL MÜDÜRLÜĞÜ SİYASİ POLİS MÜDÜRLÜĞÜNCE güvenlik soruşturması yapıldığı bilinmektedir.
Malın satılacağı/kiralanacağı kişi,kurum,kuruluş vb ve bağlantıları detaylı olarak araştırmasının,soruşturmasının yapılarak izin verilmesine karar verilmektedir.
Böyle bir süreçin sonucunda İsrailli işadamlarına mal alım izni verildiği halde, bu tür haberlerle Yahudi düşmanlığı körüklenirken İsrail TC devleti işbirliği gizlenmeye çalışılıyor.
Biryandan Türkiye ve Kıbrıs halklarının kafaları karıştırılır ,şovenizm körüklenirken,Kıbrıs görüşmelerinde işgalci sömürgecilerin ve işbirlikçilerinin uzlaşmaya varamadıkları esas konulardan olan mülkler konusunda İsrail'in de İngilizler gibi taraf edilerek desteklerinini aktif olarak sağlama alma amacı taşıdığı gözlerden uzaklaştırılmaya/gizlenmeye çalışılıyor. Bu çaba İsrail'in Kıbrıs'ın Yunanistan tarafından İşgal edilmiş sömürgeleştirilmiş güneyindeki sömürge yönetimiyle başta askeri,siyasi,ekonomik vb konulardaki işbirliği gözönüne alındığı zaman daha net olarak görülebilir.** Bu tür haberlerle İsrail siyonist devletine İsrail sermayesinin Kıbrıs'taki varlığı hatırlatılarak aralarında ortaya çıkan/çıkabilecek prüzlerin giderilmesinde gözdağı olarak kullanılmaktadır.
"İsrailli işadamları yine kurdukları paravan şirketler aracılığıyla KKTC Askeri Güçleri'nin bulunduğu stratejik bölgeye göz dikti.
.... İsrail, KKTC Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı'nın bulunduğu Girne boğaz bölgesinde 2009 yılında bir arazi satın aldı.
Arazinin, KKTC Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı'na 350 metre mesafede bulunduğu ortaya çıktı.
Ayrıca İsrailli işadamlarının Esentepe bölgesindeki limanı çevreleyen arazileri aldıkları da belirlendi. 95 İsrailli işadamının KKTC'de 443 paravan şirket kurduğu tespit edildi. Söz konusu İsrailli işadamlarının şu ana kadar 4.5 kilometrekarelik bir alanda arsa aldıkları"
haberlerinin kaynağı TC sömürgeci güçlerdir.
Bu haberler Türkiye'deki kontrgerilla cumhuriyeti TC devletinin sömürgelerindeki(iKıbrıs ve Kürdistan) varlığını ve egemenlikliğinin devamı için psikolojik harekat tekniklerini deşifre olmasına rağmen sonuna kadar kullanmaya kararlı olduğunun açık göstergesidir.
Kontrgerilla devleti TC ve onun basın yayın organlarıyla tüm işbirlikçileri tüm çabalarına rağmen halkları birbirine düşmanlaştırmaya yönelik şovenizmi körükleme çabaları, ABD emperyalizminin BOP'unun eşbaşkanlığını ve bununla birlikte SİYONİST İSRAİL DEVLETİ ile işbirliğini gizleyemeyecektir.
Kıbrıs'ta ve Kıbrıs dışındaki görüşmeler de açıkça göstermektedir ki , sorunu yaratan ve bugüne getiren emperyalist ABD'nin taşeronu işgalci sömürgeci TC,Yunanistan ve İngiltere'nin sorunu halklar lehine çözmeyeceklerdir. Onların çözümü/çözümsüzlüğü kendi sermayelerinin sömürülerine devam edebilecekleri,sömürgeci ve emperyalist çıkarlarını koruma ve dengeleme üzerine olacaktır.
Komünist devrimciler bu gerçekler ışığında Kıbrıs halklarını sömürüden,sömürgeci,emperyalist boyunduruktan kurtaracak bağımsızlık ,özgürlük devrim ve sosyalizm mücadelesini örgütleyip yükseltecek önder örgütlenmenin yaratılması görevini ileri taşımak zorundadırlar.
*
İsrail’in “KKTC çıkarması” Pazartesi, 06 Şubat 2012 12:59
Ada'da dönüm noktası
Paravan şirketler kurup KKTC'de toprak parselleyen İsrail, Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı'nın arkasındaki araziyi de aldı
Emre DİNER
takvim.com.tr / 06.02.2012
Akdeniz'de söz sahibi olmak isteyen İsrail, gözünü Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ne çevirdi.
KKTC'deki önemli noktaları ele geçirmek isteyen İsrail hükümeti, sinsi planı için önce Yahudi işadamlarına destek verdi.
Yahudi işadamları da Ada'daki bazı Türk avukatlar üzerinden paravan şirketler kurup, arazi toplamaya başladı.
İşte TAKVİM'in ortaya çıkardığı bu şok gelişme şimdi de askeri üslerin kapısına dayandı.
TAKVİM'in elde ettiği bilgilere göre İsrailli işadamları yine kurdukları paravan şirketler aracılığıyla KKTC Askeri Güçleri'nin bulunduğu stratejik bölgeye göz dikti.
İddiaya göre İsrail, KKTC Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı'nın bulunduğu Girne boğaz bölgesinde 2009 yılında bir arazi satın aldı.
Arazinin, KKTC Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı'na 350 metre mesafede bulunduğu ortaya çıktı.
Ayrıca İsrailli işadamlarının Esentepe bölgesindeki limanı çevreleyen arazileri aldıkları da belirlendi.
95 GİZEMLİ İŞADAMI
Öte yandan 95 İsrailli işadamının KKTC'de 443 paravan şirket kurduğu tespit edildi. Söz konusu İsrailli işadamlarının şu ana kadar 4.5 kilometrekarelik bir alanda arsa aldıkları ortaya çıktı. KKTC Barolar Birliği eski Başkanı avukat Barış Mamalı isemeslektaşlarının İsrailli işadamlarıyla olan işbirliklerini deşifre etti. Mamalı, yerli meslektaşlarının İsrailli işadamları ile işbirliği içinde olduğunu belgeleriyle kanıtladı.
LÜKÜS PLAN
TAKVİM, İsrail'in "Kıbrıs Çıkarması" planını 12 Ocak 2012'deki manşetiyle duyurmuştu. Gündeme bomba gibi düşen o habere göre İsrail hükümetinin desteklediği Yahudi işadamları, bir süredir Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde arazi topluyor. Özellikle Büyükkonuk, Bahçeli, Tatlısu, Karpaz, Dipkarpaz, Yenierenköy, Sadrazamköy ve Girne bölgelerinde arazi kalmadığı belirtiliyor.
Yerli avukatlar aracılığıyla paravan şirketler kurup arazi alan Yahudiler'in, lüks siteler inşa ettiği kaydediliyor.
**
Rumlarla anlaştılar |
| ||||||
Güney Kıbrıs ile İsrail arasında ilişkiler geliştiriliyor. İki ülke, arama-kurtarma alanında da işbirliği anlaşması yapıyor.
Konuyla ilgili müzakerelerin ardından anlaşmanın geçtiğimiz gün Lefkoşa’da onaylandığını yazan Fileleftheros, 16 Şubat’ta adaya gelecek İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun anlaşmayı imzalayacağını kaydetti.
Anlaşmanın, iki ülkenin arama-kurtarma bölgesini belirlediğini ifade eden gazete, iki ülkenin bu alanda yapacakları işbirliğini düzenleyen anlaşmanın hem içerik, hem de siyasi açıdan önemli olarak değerlendirildiğini kaydetti.
İki ülkenin hava ve deniz kazalarında işbirliğini öngören anlaşmanın, Güney Kıbrıs’ın bölge ülkeleriyle yaptığı ilk resmi anlaşma olduğu vurgulandı.
Simerini de anlaşmayla, “iki ülkenin FIR hattına dayalı sorumluluk bölgelerinin belirlendiğini” yazdı.
Bu gelişmenin, “iki ülke arasındaki bağları güçlendirdiği” yorumunu yapan gazete, bunun Rum tarafına “tehditlere karşı daha fazla koruma” sağladığını da yazdı.
Güney Kıbrıs’ın sorumluluk alanının “Lefkoşa FIR hattı” olduğunu yazan gazete, bunun bir kısmının İsrail’in MEB’ine ait olduğunu kaydetti.
Gazete, İsrail’in sorumluluk alanı olarak da Tel Aviv FIR hattının belirlendiğini ekledi.
Anlaşmanın stratejik ve siyasi açıdan önemli olduğunu vurgulayan gazete, İsrail savaş uçaklarının Rum tarafının tek yanlı ilan ettiği “Münhasır Ekonomik Bölge”ye ve “Kıbrıs hava sahasına” kolaylıkla girme imkânına sahip olacaklarını belirtti.
Rum tarafı ile İsrail arasında ortak tatbikatlar yapılması açısından da perspektifler bulunduğunu ifade eden gazete, iki ülke arasındaki enformasyon ağının geliştirileceğini ekledi.
****
Beşparmaklarda şimdi de MOSSAD kampı sendromu.
12 Şubat 2012 Pazar, 18:28 · tarihinde Ulas Gokce tarafından eklendi
Hukukun üstünlüğü veya Beşparmak’ta PKK yanına MOSSAD yerleşti sendromu
Kıbrıslı Türklerden ben de şikayetçiyim. Ben de halkımı ve onun parçası olarak kendimi hiç de olumlu değerlendirmiyorum. Ama bu küçücük halkın öyle güzel bir özelliği var ki başka bir halkta az bulunur: ötekilerine hoşgörü. Herşeyin esas değeri karşılaştırmada anlaşılırmış. Kıbrıslı Türkler, tanışma tercübesi edindiğim birçok toplumla karşılaştırılamayacak kadar, başka milletlere, başka dinlere hoşgörülüdürler. Ötekilerine, kendi milletlerinin üstün olduğunu ispatlamak akıllarına bile gelmez. Türk olmanın bir ayrıcalık olduğunu düşünmezler ama Türk’ün aşağılanmasına, yine kendi tatlı üsluplarıyla, izin de vermezler. Bu alışkanlık solun da sağın en ucunda olanlarda da vardır. Bugün tüm bunları bu makaleyle anlatmama neden olan ise, sanki de bu alıştığımız tahammüllü kültürel ortamın ürünü değil de bir zamanların ünlü komplo teorisyeni Hulki Cevizoğlu’nun programından fırlayan, hukukçu Barış Mamalı’nın, Kıbrıs Postası haber portalında yayınlanan “Mamalı, Yahudilerin Kıbrıs topraklarına olan ilgisini değerlendirdi” isimli mülakatıdır. Ama biz bu makalemizde, Mamalı’nın yazısını Hulki Cevizoğlu’nu dikkate aldığımızdan daha fazla dikkate alacağız. Çünkü Mamalı, artık dünyada eşine az rastlanır bir ırkçılıkla bir milleti tümden ülkemizi gizli gizli ele geçirmekle suçlamıştır. Yazısındaki üslubu görüp Mamalı’nın bizi de siyonizmin ajanı ilan edeceğini bilerek, bundan hiç de çekinmeden bir Kıbrıslı Türk olarak hedef gösterilen yahudileri savunmak bizim görevimizdir.
Bir milleti tümden komplo ve büyük bir operasyon içinde görmek patalojik bir durum elbette... Ancak Mamalı’nın “argümanları” üzerinde durmak, yahudi düşmanlığıyla uğraşmanın en kısa yolu.
“Tevrat’a baktığımızda tanrının seçmiş olduğu insanların İsrailoğulları olduğu söylenmektedir ve tanrı onlara seçilmiş olduklarından ötürü de bazı bölgelerdeki toprakları da bahşetmiştir. Tevrat’ı incelediğinizde bunları hikayeler şeklinde görürsünüz. Mutlak surette o bölgeyi temizlemektedirler. Giderler, vaat edilmiş toprak üzerindeki insanları katlederler ve kendileri yerleşirler. O açıdan baktığımızda bu vaat edilmiş topraklar içerisinde Kıbrıs’ın yer aldığını da söyleyebiliriz. Tüm yorumlarda Kıbrıs da vardır. Bu, dinsel bir noktadır”. İşim gereği yıllardır Tevrat’ı ve Eski ile Yeni Antlaşma’yı okurum, Kıbrıs’ın Yahudilere vaat edildiğini hiç görmedim. Bir kez daha baktım yine göremedim. Tevrad, Eski ve Yeni Antlaşma’da Kıbrıs’tan bahsedilir ancak birine vaat edildiğinden bahsedilmez. Mamalı, hangi kitabı okumuş, hangi dilde okumuş, nasıl ve ne okumuş belli değil. Mamalı kendine göre tarih yazmaya karar verip ekliyor: “Giderler, vaat edilmiş toprak üzerindeki insanları katlederler ve kendileri yerleşirler”. Yahudiler, bugüne kadar hangi “vaat edilmiş” topraklara girmişler ve orada yaşayanları katletmişler? Yahudilerin Kıbrıs ve İsrail dışında vaat edilmiş toprakları var mıdır? Mamalı’nın kendi yazdığı tarihe göre son beş bin yılda Yahudiler sürekli bir şekilde yeni topraklar kazanıp orada yaşayan halkları katlediyorlar. Bunun ne mantıkla ne de tarihle bir ilgisi var. Yahudiler, 20. yüzyılın ilk yarısına kadar devletleri olmayan, dünyanın dört bir tarafına dağılmış bir halktı. Eğer Mamalı, İsrail devletinin kuruluşundan ve sonrasında yaşananlardan bahsediyorsa yine yanılmaktadır çünkü Yahudiler, bugünkü İsrail topraklarında zaten yaşıyorlardı. İsrail devletinin, aynı toprakların bir başka sahibi olan Filistinlilere karşı yaptığı faşist saldırıları tüm dünya şiddetle kınamakta ve karşı çıkmaktadır. Ancak Birleşmiş Milletlerin kararları ve Filistinlilerin ortak görüşü bugünkü İsrail topraklarında bir Yahudi devletinin var olmaya hakkı olduğu yönündedir. Beş bin yıllık yazılı tarihi olan bir halkın binlerce kutsal kitabı arasında “kaygı verici” unsurlar bulup dünyanın dört bir yanında yaşayan bir halkı sinsi emellerle suçlayan tarihe meraklı Mamalı, Kuzey Kıbrıs’ın her taşının Ermeni, Yunan, Fransız, İtalyan hıristiyanlar için kutsal olduğunu, Sibirya’nın önemli bir kısmının atavatan olması nedeniyle Türkler için önemli olduğunu, Türkiye’nin her karışının Ermeniler, Grekler, Araplar, Süryaniler için vaat edilmiş değil esasen tarihi vatan olduğunu bilmiyor mu? Bu tarihi bilgiler sözkonusu halkların siyasi-ekonomik teşebbüslerinin arkasında sinsi planlar yattığını söylemek için yeterli midir? Yoksa “Ermenilerin bu topraklarda gözü var” teranesini “Yahudilerin bu topraklarda gözü var” ile tekrar etmek kulağa hoş mu geliyor?
Sayın Mamalı’yı, yahudilerin kendilerini seçilmiş halk sayması rahatsız etmektedir. Yahudilerin kendi Tanrılarıyla arasındaki bu ilişki neden Mamalı’yı rahatsız etmektedir? Mamalı, “Yahudi” ve “Musevi” kavramları arasındaki farkı biliyor mu? Sayın Mamalı, hıristiyan, müslüman ve ateist Yahudiler olduğunu biliyor mu? Özellikle Batı’da yaşanan çok sayıda antisiyonist yahudilerden haberdar mı?
Mamalı, Tevrat’ta Kıbrıs’ın Yahudiler tarafından işgal edilmesi gerektiği yönünde yeterince destek bulmamış ki bu sefer de siyonizmin kurucusu Theodor Herzl’in Kıbrıs’ı satın alma çabasından bahsetmeye başlıyor. Ancak bunun nedeninin vaat edilen Kıbrıs’ı almak değil herhangi bir toprak almak olduğunu Mamalı’ya hatırlatmakta fayda var. Bilindiği gibi Herzl dahil, bir Yahudi devleti kurma arzusunda olan bir çok Yahudi önderin çeşitli ülkelerde toprak alma çabaları olduğu biliniyor. Yahudiler, yüzyıllardır vatan kuracak toprak için dünyanın çeşitli yerlerinde toprak aramaktaydılar. Hatta aynı Herzl‘ün, İngiliz bakan Joseph Chamberlain’in Kenya’da Yahudi devleti kurulması teklifine olumlu baktığı da biliniyor. 1948’de İsrail devletinin kurulmasına kadar bir çok Yahudi önder ve devlet Yahudilere devlet kurmak için dünyanın çeşitli yerlerinde girişim yapmışlardır. Bunlardan en manidarı da Rusya’nın Çin sınırında 1934 yılında kurulan ve halen varlığını sürdüren Yahudi Özerk Bölgesinin kurulmasıdır.
Mamalı’nın, Yahudiler sözkonusu olduğunda aynı zamanda bir de askeri strateji uzmanı kesildiğini de hemen eklemek lazım. Mamalı diyor ki: “Kıbrıs’ın stratejik durumuna bakmamız lazım. Haritaya baktığımzda İsrail’in tam karşısında yer alan bir yerdir. Bugün İsrail’in konumuna baktığımızda dört bir tarafı kendisine düşman Arap ülekeri ile doludur. Ülkeyi, bir yerde daha emniyetli kılabilmek, Kıbrıs, Arap Devletleri’ni daha iyi kontrol edebilmek için çok önemli bir yerdir. Binlerce yıl boyunca Kıbrıs uzun süreli bir İmparatorluğun elinde kalmadı ve stratejik konumdan dolayı el değiştiren bir toprak parçasıdır. Kıbrıs, bir savaş anında ve İsrail’in uğrayabileceği bir saldırı anında yahudilerin kaçabilecekleri ve sığınabilecekleri tek yerdir. KKTC’nin özellikle kıyı bölgeleri çok önemlidir”. Mamalı, askerliğini onbaşı seviyesinde yapan bir “komutanın” bile çürüteceği bu argümanlarla Yahudilerin memleketimizi neden ele geçirmeye çalıştığına bizi ikna etmeye çalışıyor. Mamalı, İsrail’in nükleer bombaya sahip olan, bölgenin en güçlü ve dünyanın sayılı güçleri arasında olduğunu sanırız bilmiyor. Nükleer silahları olan ülkelere saldırıda bulunulamayacağı bilinmiyor mu? Mamalı, İsrail’in tanklarla ve piyade ile işgal edileceğini, halkın ise kaçacak yere ihtiyaç olacağını düşünüyor. Pes! Bunun yanında tüm Girne sahillerini İsrail başbakanının satın alması durumunda dahi, bu toprakların İsrail ordusu tarafından kullanılamayacağını Mamalı bilmiyor mu? Bu ülkede İngiliz emeklilerinin satın aldığı evlerin İngiliz ordusu tarafından kullanılabileceği kaygısı taşıyor mu Sayın Mamalı? Londra’da Kıbrıslı Türklere ait olan evlerin GKK tarafından savaş durumunda kullanılabileceğini düşünüyor mu Sayın Mamalı? Neredeyse tümden Rusların eline geçen Antakya, Antalya, Fethiye’nin Putin’in, Türkiye’yi denizden işgal etme planlarına hizmet ettiğini düşünüyor mu Sayın Mamalı?
Mamalı, işin emlak bölümüyle nedense çok ilgili. Konuya şöyle giriyor: “Annan planı öncesi bir referandum kokusu çıkmaya başladığı süreçte, 2002 yılında bu adaya ciddi bir şekilde İsrail'den ve dünyanın başka yerlerinde (yahudi kökenli) toprak talebi ile gelmeye başladıklarını gördük. Hiç kimse bilmeden onlar aslında bir referandum yapılacağını biliyorlardı. Bu insanlar o dönem içinde geliyorlar. Yaptığım röportajlarda bu malların ilk etapta şu şekilde alındığını tespit ettim. Emlakçıların, müteahhit aracılığı ile taleplerde bulunduklarını, gidip tapuda devir yapıldığında çoğunun kime devredildiğini bilmediklerini ve araştırmalar neticesinde bu malların yahudilere satıldığını gördüm”. Mamalı yalnızca İsrail vatandaşlarının ne zaman ve ne kadar toprak aldığını bilmekle kalmıyor aynı zamanda başka ülkelerden gelenlerin arasında Yahudi kökenli olanları da kolayca tesbit edebiliyor. Mamalı bir Fransız veya Rus vatandaşının Yahudi olduğunu nasıl anlıyor? İsminden mi, soyadından mı yoksa onları gizlice fotoğraflayıp antropolojik tahlil mi yapıyor? Mamalı, hiçkimse bilmeden Yahudilerin Kıbrıs’ta Referandum yapılacağını bildiğini nereden biliyor? Sayın Mamalı, gizli olmasına rağmen hangi toprağın kime ait olduğunu kolayca öğreniyor. O zaman Sayın Mamalı’ya soralım. Açık, gizli ve çok gizli Yahudilerin Kıbrıs’ta kaç bin dönüm toprakları var? Bu toprakların Rusya veya İngiltere vatandaşı Yahudi olmadığını tesbit ettiğiniz kişilerin topraklarına göre oranı nedir? 5 katı mı? 2 katı mı? Aynı ölçüde mi? Siz matematik biliyor musunuz Sayın Mamalı? Her antisemitin bilmesi gerekir. Siz de matematik öğreniniz ve emlak piyasasına sizin söylediğiniz ölçüde alıcının girmesi durumunda fiyatların hangi ölçüde artacağını hesaplayınız.
Mamalı, meslektaşlarının yabancılarla ortaklık kurup toprak satın aldığını ve bu işin vergi dairesi ile baro tarafından incelenmesi gerektiğini belirtiyor. Avukatların deontolojisi kendilerine kalsın ancak bu ülkede yabancı yatırımcıların tümünün bütün dünyada uygulanan bu yöntemi kullanmasını neden yadırgıyor Mamalı? Neden bu uygulama bir tür gizli emel peşinde koşmak gibi sunuluyor? Bu ülkeden 20 tane ev alan İngiltere vatandaşı aynı yöntemi uygulamıyor mu? Neden bu yöntem Yahudiler tarafından uygulanırsa rahatsız olunuyor?
Mamalı, açıklamalarını bütün dünya Yahudi düşmanlarını, komplo teorileriyle kendini epeyce zorlamışları birleştiren savları sıralayıp bitiriyor. Mamalı’nın son bölümde söylediği Ekim Devrimini yahudilerin yaptığı ve bu devrimcilerin aralarında tek yahudi olmayanın Lenin olduğudur. Ekim ile Fransız Devrimlerini, Yahudilerin dünya devleti kurmak için yaptıklarını söylemek de herşeyin ardında Yahudi aramada gelinen en son noktayı gösteriyor herhalde. Mamalı’yı hem üzeceğiz hem de sevindireceğiz ancak Lenin de Yahudiydi. Devrimi yaratan kötü şartlara karşı en duyarlı olan kesimin ezilen, hor görülen kesimlerle birlikte aydınlar olduğunu “Sosyal Demokrasi” gibi bir eseri yazan Mamalı’ya bizim hatırlatmamız elbette doğru olmaz. Ancak 1917 Rusya’sında hem ezilen hem de aydınların önemli bir bölümünü Yahudiler oluşturuyorlardı. Kaldı ki marksizm teorisyeni Mamalı’yı Ekim Devrimi ile sol ideolojiyi doğuran Fransız Devrimi rahatsız mı ediyor? Devrimi yapanların sonrasında diğer Yahudiler tarafından kurşuna dizilmeleri Mamalı’nın Ekim devrimiyle ilgili tezini çürütse de bu tek tesellisi olsa gerek. Ekim’i de Fransız Devrim’ini de Yahudilerin yaptığından emin olan Mamalı Internet’e halen ulaşımı olmayan bazı yahudi düşmanlarının en sevdiği konu olan Siyon Liderlerinin Protokol’lerinden bahsetmektedir. Rus istihbaratçılarının yazdığı bu Protokol’ler Mamalı’nın altı bin sayfalık yapıtı gibi tamamen hayal ürününüdür. Mamalı son olarak da Yahudi düşmanlarının tüm “bulguları” bir nakış gibi işleyip ortaya çıkardıkları Dünya Yahudi Devleti için tüm Yahudilerin finansal destek verdiklerini belirtip, nedense, silahlanıp Yahudi avına çıkmayı önermeden mülakatını bitirmektedir.
Mamalı, mülakatında binlerce sayfalık belge topladığını belirtip tüm söylemini Yahudilerin Kuzey Kıbrıs’ta gizlice, sinsice işler yaptığı üzerine kuruyor. Okuduklarının tümünü yarım okuduğunu yukarıdaki bilgilerle ortaya koyduğumuz Mamalı’yı bir konuda üzeceğiz. Evet, Kuzey Kıbrıs’ta çok çok az sayıda da olsa Yahudi gerçekten de var. Ama bu sizin söylediğinizin veya ima ettiğinizin tam aksine tüm ülkenin, özellikle Girnelilerin iyi bildiği bir konudur. Girne’de yalnızca yahudi işadamları yok. Aynı zamanda bir de hahamları var. Adı Hillel Azimov. Ne gizlenerek yaşıyor ne de Kıbrıslı Türklerden kaçıyor. Tam tersi Cumhurbaşkanımız Mehmet Ali Talat ile fotoğraf çektiriyor, evinde ainler düzenliyor, Kıbrıslı Türklerin sıcaklığından ve saygısından çok da memnun (isteyenler www.chabad.org sayfasından daha ayrıntılı bilgi alabilirler). Ülkemizde, polisimizde, askerimizde, insanlarımızda yahudi düşmanlığına benzeyen bir şey dahi olmadığını söylüyor.
Yahudiler talihsiz bir halk. İsa’nın mesihliğine inanmayarak onu öldürüp bu nedenle de ülkelerinden kovulan, dünyanın dört bir yanına savrulan Yahudiler hayatta kalabilmek için her alanda başarılı olmayı kendilerine hedef seçmişlerdir. Çok eski bir uygarlığın torunları olarak da spor dışında her alanda oldukça başarılıdırlar. Bu başarıları ise kendine iç ve dış düşman bulmadan yaşayamayanların eşsiz ilham kaynağıdır.
Elbette İsrail’i eleştireceğiz. İsrail Devletinin öldürdüğü masum Lübnan’lı, Filistin’li çocukların, annelerin ve babaların hesabını soracağız. Ancak bir milleti, abuk sebeplerle dünyayı ele geçirmeye çalışmakla suçlayıp hor görenlerin karşısında da aynı prensipli tavrı göstereceğiz. Örneğin bir İngiltere vatandaşı yahudinin ülkemizde 10 tane ev almasını İsrail’e hizmet olarak gören zihniyetin karşısında olacağız.
Jean-Paul Sartre diyor ki : «Yahudi düşmanı korkan bir insandır. Hayır, yahudilerden değil tabii ki. O, kendinden korkuyor, kendi vicdanından ve kendi içgüdülerinden korkuyor, özgürlükten ve sorumluluktan korkuyor, yalnızlıktan ve değişimden korkuyor, toplumdan ve dünyadan korkuyor. O herşeyden korkuyor ama yalnızca yahudilerden korkmuyor ».
Mamalı’nın mülakatı açık ve doğrudan yabancı ve yahudi düşmanlığıdır. Zaten sayıları bir elin parmakları kadar az olan bu renkliliğimizi hedef göstermekten başka bir amaca da hizmet etmemektedir. Adaleti ve insan haklarını savunmakla ünlenmiş bir hukuçunun böyle açıklamalarda bulunması büyük bir talihsizliktir. Mamalı’ya tavsiyemiz, hukukun üstünlüğüne sözde değil özde inanıp bir Yahudi ile İngiliz veya Rus arasında öncelikle kendini küçük düşürücü ayrıcalıklar yapmaması yönündedir. Kaldı ki bu dünyada Yahudi az ama Rus ve İngiliz epeyce çok. Güney’i tümden ele geçiren Ruslar bu tarafı da ele geçirmeye başladılar. İnglizler ise malum ; Ada’da hem askeri üsleri var hem de ciddi nüfusları var… Sizce böyle kaygı verici bir durum 6000 sayfalık bir araştırma gerektirmez mi ?
Ulaş Gökçe
Filolog
********
Barış Mamalı'dan Ulaş Gökçe'ye cevap 13 Şubat 2012 kıbrıspostası Avukat Barış Mamalı, günlerdir tartışma konusu olan "Yahudi'lerin Kıbrıs'taki varlığı" meselesine cevap verdi. Takriben 2002 ylından itibaren Kuzey Kıbrıs’taki arazi veya mülklere karşı genelde yabancılar ve özelde İsrailliler tarafından yoğun bir talep olmuştur. Orams Davası nedeniyle özellikle AB vatandaşı kişilerce olan mülklere olan ilgi süratle gerilemeye başlamıştır. Ancak İsrail vatandaşı kişilerin veya başka ülkelerde yaşayan Yahudi kökenli insanların toprak alımlarına karşı olan ilgisi devam etmiştir. Ülke kanunları gereğince bir yabancının sadece 1 dönüm arazi alma hakkı bulunurken bunların dönümlerce arazi satın aldıkları yönünde ülke genelinde yıllarca ciddi söylentiler dolaşmaktaydı. Olayın gerçekliğini ortaya çıkartabilmek ve eğer gerçekse de bunun nasıl yapılabildiğini, hangi yöntemlerin kullanıldığını öğrenmek için ciddi bir araştırmaya gerekesinim vardı. Dedikodulara dayalı bu iddiaların belgelerle ıspata ihtiyacı bulunmaktaydı. Yaşadığım yurt topraklarında endişe verici bir kaybın olup olmadığı benim için çok önemliydi. Adanın genelinde ve özellikle Kuzey’de Kıbrıslı Türklere ait toprakların azlığı, KKTC’nin zaten küçük bir yüzölçümünün bulunması (3242 kilometrekare) ve keza bu alanın da yaklaşık %20’lik bir kısmının dağlık veya ormanlık olması bu incelemeyi benim açımdan önemli kılmaktaydı. Ülke toprakları üzerinde yer alan kurumlarımızın elimizden alınarak yabancı sermayeye devredilmesi noktasında biz yurtseverlerin ciddi bir karşı duruşu vardır. DAİ ve DAK’ın devri, KIB-TEK ve TEL-SEN’in özelleştirilme teşebbüsleri ve benzeri hamlelerin özde ülke topraklarının parça parça devrini amaçladığı bir gerçektir. Daha önce belirttiğim gibi ülkemizde masum amaçlarla ve makul oranlarda yabancılara yapılacak mülk satışlarına bir sözüm olamaz. Araştırmalarım neticesinde önüme ciddi bir veri olarak koyabileceğim bilgi ve belgelere ulaştım. Bazı yabancıların ve önemli oranda da İsraillilerin KKTC vatandaşı ortaklarla kurdukları şirketler vasıtasıyla büyük miktarda arazilerin mülkiyetini devraldıklarını gördüm. Şirketler yerli statüde kuruldukları için ( %51 hisse sahibi KKTC’li) hukuken sınırsız miktarda mülk edinebilmektedir. İlk etapta sadece 4-5 yerli kişi üzerinde yaptığım araştırmada inanılmaz sayıda bu amaçla şirket kurulduğunu tespit ettim ( Yaklaşık 270 adet ). Bunun akabinde bu şirketler adına alınan gayrımenkulleri incelemeye başladım. Daha ilk 15 adet şirketin (İsrail/Yahudi ortaklı) incelemesinde bile çok miktarda arazinin yabancı sermaye ile satın alındığını tespit ettim. Bu şirketlerin takriben 1.200.000 metre karelik toprak edindiklerini ortaya çıkardım. Araştırmalarım devam etmekte ve her gün yeni verilerle bu rakam artmaktadır. Araştırılacak daha bir sürü şirketin olduğu düşünüldüğünde ortaya çıkabilecek rakamın vahametini idrak etmek hiç de zor değildir. Bu kişilerin kanunen yasak olan miktarlarda mülk edinme işini kurulan şirketler yoluyla yaptıklarını ve bu yolla çok miktarda toprağın alınması karşısında ciddi endişe ve kuşkular duymaya başlayıp incelememi derinleştirmeye başladım. Bulduklarımı kamuoyu ile paylaşmak gerektiğini düşündüm. Kamuoyunu bu konuda yaptığım bilgilendirmelerim sırasında sadece belgelere ve bilimsel eserlere dayanarak bazı açıklamalarda bulundum. Bu yönde geçen hafta bazı medya kuruluşlarında konuyu dile getirip devlet makamlarını bu hususta uyarmak ve konuyu ciddiye alarak geniş çaplı bir inceleme yapmaya teşvik etme arzusu taşıdım. Devlet makamları nezdinde konuyu tartışabilmek ve elimdekileri önlerine dökebilmek için zemin aradığımı itiraf etmeliyim. Ancak devlet idaresinden bu konuda bir duyarlılık ve açıklama beklerken Ulaş Gökçe isimli bir akademisyenin şahsıma yönelik çirkin yakıştırmalarını da içeren bir açıklaması ile karşılaştım. Konun iyi etüt edilememesi, yeni bir durumun ortaya atılması veya art niyet taşınması halinde ırkçılıkla bile itham edilebileceğimi aslında tahmin etmekteydim. Keza ortaya çıkan gerçekliğin bazı kesimleri rahatsız edebileceğini ve yaptıklarımın bu kesimlerce itibarsızlaştırılmaya çalışılacağını da bekliyordum. Ulaş Gökçe tarafından yapılan açıklama için da birkaç söz söylemek gerekirse; 1) Yapılan bir araştırma olup ortaya çıkanlar da bu araştırmanın ürünüdür ve belgelidir. Bu belgelerin çoğu da devletin resmi makamlarından tedarik edilmiştir. 2) Açıklamasındaki iddialar hakkında herhangi bir kaynak gösterilmiş değildir. Sitede çıkan yazının radyodan alıntı olduğunu ve tümden bir alıntı olmadığını da hatırlatmak isterim. 3) İnsan hakları açısından ne durumda olduğumu iyi biliyorum ve toplum da beni bu konuda iyi tanımaktadır. Ülkede yabancıların hak ve özgürlükleri konusunda basın açıklamaları yaparken ve ırkçılık üzerine eleştirel yazılar yazarken ırkçılıkla suçlanmak ancak bir ironi olabilir. 4) Yahudi dini ve inancı yanında “Vaad Edilmiş Toprak” hususunda yazılmış dünya kadar bilimsel eser bulunmaktadır. Söylediklerim de hep bu eserlerden olan alıntılardır. Ünlü İsrailli Profesör ve insan hakları savunucusu Israel Shakak’ın “Yahudi Dini ve Yahudi Devleti” isimli eseri okunursa Kıbrıs’ın nasıl vaad edilmiş topraklar içerisinde olduğunu görürüsünüz. Buna benzer daha bir çok yayımlanmış kitap veya makale vardır. 5) “Talmud” Yahudilerin şeriatıdır. Yahudilerin önderleri ve hahamlarca tanımlanan ve açıklanan ( yani Tevrat’ın yorumu) medeni kanun ve din kitabıdır. Bu konularda yazılmış tonlarca kitap vardır. Bunlardan bir kaçının okunması sağlıklı fikir edinmek açısından önemlidir ( Ör: Yahudi Ansiklopedisi, Talmud Gerçeği, vs..) 6) Ben yaşadığım yurt topraklarının hukuk oyunlarıyla elden çıkması karşısında duyduğum endişeyi ve kanaatlerimi ortaya koyuyorum. Daha araştırmanın başında milyonlarca metre kare toprağın altımızdan çekilerek alınması karşısında bir yurtsever olarak duyarlılık göstermeye çalışıyorum. Sizlerin birkaç yüz metre karelik alan üzerindeki DAİ ve DAK’ın yabancı sermayeye ( Türkiyeli şirkete) devredilmesinde gösterdiğiniz haklı tepkiyi burada sizlere hatırlatmak isterim. Şimdi ben milyonlarca metre kare yurt toprağı elden giderken tepki verince Nazi yada Yahudi düşmanı oluyorum? Peki ya siz? Sizin mantığınızla siz de Türk ve İslam düşmanı mı oldunuz şimdi? Yada burayı esasen Rusların ele geçirmeye çalıştıklarını söylerken ırkçılık yapmış olmayasınız? 7) Theodor Herzl’in hatıralarını anlattığı kitaplar okunursa “Kıbrıs”ın nasıl Filistin’e bir alternatif olduğu rahatlıkla görülecektir ( Ör: Siyonizm ve Türkiye). 8) Türkiye’de yok satan ve çıktığı ilk haftada ikinci baskısı yapılan Rotshild Para İmparatorluğu” isimli kitapta 1917 Bolşevik İhtilali’ni yapan lider kadronun Yahudi olduğu isim isim belirtilmektedir. Bunu, meşhur ihtilali itibarsızlaştırmak için değil Yahudilerin dünya üzerinde zaten var olan etkilerine örnek vermek gayesi taşıdığımdan beyan ettim. 9) Dünya görüşüm ve karakterim herhangi bir ırka veya dine düşmanlık göstermeye elverişli değildir. Bunu istesem de yapamam. Ben sadece bu dinle alakalı bilimsel eserlerden alıntılar ortaya koydum. Bazı hususlar inanılır gibi gelmese de ( Hatta acı verici olsa da) gerçekleri yansıtmaktadır. 10) Yahudilerin 19. yüzyıl sonlarından itibaren Filistin’den toprak satın alma süreci iyi etüt edilirse şimdi adamızda yapılanlarla çok bir farkı olmadığı rahatlıkla görülebilir ( Türkiye’nin Siyasi İntiharı, Cengiz Özakıncı ). 11) Bir avukatın şirkete direktör olması başka bir şeydir, şirketin hukukçusu olması ise başka bir şey. Avukatların kendi meslekleri dışında iş yapmaları bir çok ülkede etik olarak yasaklanmıştır. 12) Kıbrıs’ın jepolitik ve stratejik önemi açısından ortadoğuyu kontrol etme noktası olduğunu anlatmak için fazla söze gerek yok diye düşünüyorum ( Türkiye’nin Siyasi İntiharı, Cengiz Özakıncı / Özel Bir Jeopolitik İnceleme, T.C Genelkurmay başkanlığı, 10.3.1981, atase: 7130-81 SEK) 13) Konu hakkında bir kitap hazırlamayı düşünüyorum ve bu kitapta tüm kaynaklarımı, belge ve dökümanlarımı fazlasıyla ortaya koyacağım. Umarım ortaya koyacağım ve delillere dayalı olacak bu kitabımda anlatılanları çürütecek dayanaklar bulurusunuz. Çünkü bunu başarırsanız dünyada yayımlanmış bir çok tarihsel, dinsel ve bilimsel otorite yanında KKTC makamlarının resmi belgelerini de ters yüz etmiş olacaksınız. 14) İlgili yazım sadece “kibrispostasi” internet sitesinde yayımlanmış olmasına rağmen eleştirinizin Yenidüzen gazetesinde de çıkmış olmasını anlayabilmiş değilim. O gazetenin okurlarının yazımı görmeden sadece sizin eleştirinizi okuması biraz garip kaçmadı mı? “Yeterli bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmamak” lazım diye düşünüyorum. Av. Barış Mamalı | ||||||
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)